LITTLE GIRL BLUE – ZERRİN ÖZER
Hem çok şey var yazılacak, hem de tıkanıveriyor insan. Bu röportajı düzenlediğim tüm süre boyunca peşpeşe “Little Girl Blue” dinlemiş bir duygusal olarak söylüyorum bunu.
Gözlerinde yerleşik bir hüzün taşıyan, duygulardan ağırlaşmış bir çocuk ruh, bir sevgi yumağı. Hayatını bir şarkının ışığında mı / gölgesinde mi desem – bir şarkı gibi yaşayan birini daha tanımamıştım.
İyi ki varsın Zerrin.
68 Kuşağı senin için ne ifade ediyor?
Ben 68 kuşağından değilim aslında çünkü o zamanlar çok küçüktüm, daha çok ablalarımın dönemi oluyor. Ben Janis Joplin’i bile 70 küsürlü yıllarda tanıdım, yani ölümünden bir hayli sonra. 68 kuşağı diye baktığım zaman tabii ki “savaşma, seviş” sloganı var, yani sevgi olsun dünyada, kötülük olmasın, insanlar düşman olmasın, savaşmasınlar… 68 kuşağında beni rahatsız eden tek şey uyuşturucu olması, onun haricinde herşeyin çok doğal ve çok sade olduğuna inanıyorum.
O zamanlar 20’li yaşlarında olmak ister miydin?
Ben küçükken ablamlar o yaşlardaydı, dolayısıyla biraz görüyordum olan biteni. O zamanlar tam idrak edemesem de zaman geçtikçe, nasıl ki eskiye bir özlem varsa, Janis Joplin’i dinledikten sonra aldım elime sazı ve o zamanın müziğini incelemeye başladım. Zaten ben hayatımda her zaman istediğim gibi giyindim, istediğim gibi davrandım. Dolayısıyla o dönem insanların özgürlüğü benim yaşadığım özgürlükle eşdeğer gibi geliyor, o yüzden pek özlem çekmiyorum.
Janis Joplin’i ilk dinlediğin anla ilgili net bir hatıran var mı?
Tabii. Şahan diye bir arkadaşım vardı Ankara’da, ilk olarak o bana dinletmişti ve dinledikten sonra vuruldum. Dediğim gibi ölümünden 5-6 sene sonraydı ve çok beğendim. O günden sonra bir başka müzik dinleyerek ona ihanet etmedim. Şöyle ki; tabii ki dinliyorsunuz, en azından müziğin gidişatı adına örnekler dinliyorsunuz ama her gün müzik dinlemeye oturduğumda muhakkak en başta onu çalarım sonra bütün müzikleri dinledikten sonra onunla final yaparım. Onunla böyle bir bütünlüğüm var, Janis Joplin demek benim ömrüm, hayatım demek. Benim yaşamımın anlamı, yaşantımın ifadesi demek.
Neden? Koluna isminin dövmesini yaptıracak kadar ne anlam ifade ediyor senin için?
1976 senesinde İstanbul’a taşındık. Çankaya’da oturuyorduk, çocukluk arkadaşlarım vardı ama sokağa bile çıkamazdım. Sonra annem babam ayrıldı ve İstanbul’a geldikten sonra benim bütün sığınağım, limanım Janis Joplin oldu. Üzüldüğüm zaman onu dinledim, sevindiğim zaman onu dinledim. En küçük ablamın benimle yaş farkı 8 seneydi ve akranım yoktu, İstanbul’da kimseyi tanımıyorduk. Dolayısıyla ben Janis Joplin’le yaşadım hayatı, onunla dertleştim, ona anlattım.
Onu senin gözünde bu kadar özel kılan nedir peki? Niçin Janis Joplin de başka bir şarkıcı değil?
Şimdi ben onun hayatını da okudum ve tasvip etmediğim çok şeyler var. Tamam ruhu çok protest olabilir ama fazla marjinal. Mesela ben bu olgunlukta bile düşündüğüm zaman, onun hiçbir hayat felsefesi, yaşam tarzı, yaşama bakışı bana göre değil. Yani bazı değerlerden yoksun oluşu; aslında o değerlere çok sahip olduğu için ve de çok büyük darbeler yediği için genç yaşta, o duygularını kapamış. Sevgi onun için çok önemli. Bir tek şu açıdan benziyoruz; onun da hayat boyu psikiyatristi varmış benim de hayatımda bir psikiyatristim var! Fakat bende onu özel kılan ses rengi ve sesi, zaten dünyada ilk ve tek siyah gırtlağa sahip beyaz diyorlar. Bir kere blues tamamiyle siyahların müziği ve onun blues yapması, onun sesiyle birlikte şarkılarına aşık olmam ve bana blues kapısını açması… Yani benim bu mesleğe adım atmamı sağlayan, benim hayatımda gerçekten bir annenin bir babanın imza attığı kadar varlığıyla, sesiyle çok büyük imza atmıştır.
Bu kadar sevdiğin Janis Joplin karakterine bürünüp fotoğraf çektirme fikri sana neler hissetirdi?
Çok sevindim, bir kere gelen adres çok doğruydu, Mehmet’le çalışmaktan gurur duydum. Konsept çok güzeldi: hayatımda en sevdiğim sanatçı, özelimi paylaştığım sırdaşım olması. Uzun zamandır çok yakın dostlarım bilir ve bu asla duygu sömürüsü değil; öteki aleme gittiğimde, onun “Little Girl Blue” şarkısı vardır ya, o şarkının çalması benim vasiyetimdir ben öldüğüm zaman. “Little Girl Blue” ile uğurlanmak istiyorum.
Benim de en sevdiğim şarkısı o ve söylediklerin gözlerimin dolmasına yetti.
Canım benim… Ama bunlar gerçek. Daha şarkıyı ilk dinlediğimde beni çok sardı ki sonradan dinledim sözlerini, o kadar da uyuyor ki… Yani çok özdeşleşti benimle o şarkı. Günde belki 50 kere dinlesem 1976’dan beri, şu kadar mı beni bıktırır? Hayır bu başka bir şey, hayatımı dönem dönem sindiriyorum o şarkıda.
O kadar zamandır Janis Joplin’e özendiğin, onu taklit ettiğin söyleniyor. Bu doğru mu? Rahatsız oluyor musun böyle düşünülmesinden?
Şimdi yıllar önce öyle söylediler, “Türkiye’nin Janis Joplin’i” diye. Daha kimse Janis Joplin’i tanımıyordu ve ben kendim seviyorum ya, sanki herkes tanımak ve sevmek zorunda. “Janis Joplin’i tanıyor musunuz?” diye sorduğumda, “kim o, erkek mi?” diyorlardı ve ben çok sinirlenirdim, ağladığımı filan bilirim. Ben onur duyarım, gurur duyarım çünkü dünyanın en büyük vokali benim için kadın olarak. Diyorlar ki “olur mu sen de güzel okuyorsun”, hayır mümkün değil yani ve ben onun şarkılarının okumamaya özen gösteririm. Sanki ona haksızlık edermişim ki, sanki onun kadar güzel okuyamayacağımı bildiğim için. Ben hiçbir zaman benzeterek okumayı sevmem çünkü herkesin üslubu, anlatımı, hissi, teatral döngüsü farklıdır. O yüzden sadece bir Move Over vardır, o benim ilk 45’liğimdi, “Bizler ve Sizler” diye türkçe söz yazmıştım. Tabii firma, benim istediğim ve bu sevmedikleri alışılmadık müzik olduğu için önemsemeyip fazla reklam yapmadı. Bir sene sonra tekrar bir albümle çıktım. Bir de “Me and Bobby McGee” şarkısını söylerim sahnede. “Maybe”, “Try”, “Half Moon”, “A Woman Left Lonely”, “Cry Baby” filan, bunları hiç söylemedim.
Woodstock zamanı çocuktun ama o fenomeni ve orada çıkan sanatçıları hatırlıyor musun?
Geri dönüp baktığımda hatırlamıyorum o zamanları. Çünkü ben mahremiyeti seven bir insanım. İnsanın dağarcığında belki her şey olmalı ama ben Janis Joplin’e bağlandıktan sonra ona çok kapandım. Bir nevi hayattaki yaralarım, darbelerim veya mutluluklarım ve mutsuzluklarımı hep onunla paylaştım, onunla büyüdüm. Ama artık youtube var, herşeyi gösteriyor, oradan izliyorum içindeymişim gibi.
O zamandan dinlediğiniz diğer şarkıcılar?
B.B. King’i çok seviyorum, Bessy Smith – Janis Joplin de onun hayranı, Etta James var, Whitesnake – ölüyorum onlara, David Coverdale – böyle bir ses yok, “Slow and Easy” diye bir parçası var onu bir dinle, harika, Jimi Hendrix, Eric Clapton dinliyorum, Bo Diddley… yani bütün babaları dinliyorum aslında.
Janis Joplin 27 yaşında ölmeseydi sence o büyüyü devam ettirebilir, yine bir efsane olabilir miydi?
Kesinlikle. Şu anda hepimizin dinlediği, onun tamamiyle hiçbir zaman beğenilmeyen, çok eksik olan şarkıları – mesela stüdyoda yanlış akor basmışlar onlar hep prova yaptıkları şekliyle basılmış, düşünsene teknik o kadar geriydi ki o zaman! Şimdinin tekniğiyle o zamanın tekniği bir mi? Şimdi olsa herhalde dizi dibinde olurdum, yanında olurdum herhalde. Düşünebiliyor musun, 27 yaş bir kadının en verimli ve en iyi ses tonunu verebileceği yaş. Gencecik yaşta ve sesi yeni yeni oturduğunda rahmetli oldu.
Senin için hep ağlayan ve üzgün kadın tanımlamaları yapılıyor. Bu senin mizacınla mı ilgili yoksa gerçekten bu kadar bahtsızlık, çok fazla olumsuz olay seni buldu ve üstüste geldi?
Tabii ki herkesin hayatında çok olumsuzluklar vardır, üzüntüler vardır, “benim başıma gelen kimsenin başına gelmedi” denir çünkü ateş düştüğü yeri yakar. Fakat bir de öteki yüzü var; ben “borderline”ım psikiyatristimin söylediğine göre, bu bir kişilik bozukluğu değil, tamamen sınırlarda yaşamak. Duygularımı çok yoğun, abarttılı bir şekilde yaşarım, çok üzülürsem gerçekten ağlarım, sevinirsem herkesten çok daha abartılı sevinirim. Böyle bir karakterim var, ne kadar geç de olsa kendimi tanıdım en sonunda. Eskiden çok üzülürdüm bunları duyduğum zaman. Şimdi beni hiç üzmüyor çünkü hayatı farklı şekilde yaşadığınız zaman, en büyük acıları tattığınız zaman, diyorsunuz ki sizi önceleri üzen şeyler ne kadar komikmiş, nasıl bunun için üzülebilmişim. O yüzden artık diyorum ki üzüntülerim ve sevinçlerim çok kıymetli, benim için herşeyi söyleyebilirler ama benim bazı insani değerlerim var; mesela benim insanlığım adına hiçbir şey diyemezler, kalbime hiçbir şey diyemezler. Diğer şeyleri söyleyebilirler, ağlıyor diyebilirler, çok fazla gülüyor diyebilirler hatta gülmemle alay edenler de oldu. Fakat o kadar şeyler yaşadım, öyle bir dönem geçirdim ki, kimsenin ne dediği hiç umrumda değil çünkü ben 30 senedir bu mesleği yapıyorum ve 30 senedir bir Zerrin Özer var Türkiye’de. Ve halk benim nasıl bir kimlik, nasıl bir karakter taşıdığımı biliyor. O yüzden mükemmel de olsanız – ki hiç kimse mükemmel değildir çünkü bizler biyonik değiliz – hatalarla yoğuruluyoruz ve ben hatalarımı da seviyorum. Etrafıma baktıkça ve insanların çok art niyetlerini ve çok kötü ruhlarını gördükçe – ki çok açığım, 3. Gözüm chakram açıldı – hakikaten sadece kendine zararı olan, iyi niyetli, iyi bir insanım. Bu asla megalomani veya narsisizmin bir boyutu değil ama ben iyiyim ve beni bilen biliyor.
Bir tanıdığımın cenazesinden senin bir bankta hüngür hüngür ağlayan görüntün kalmış aklımda, çok etkilenmişim demek ki aklıma kazınmış o anki ifaden…
Benim için insanlık çok önemli. Ben Yaradan’a her zaman şunu söylüyorum “Allah’ım beni asla nankör etme, olacaksam canımı al”. Asla maneviyatımdan ve insanlığımdan uzaklaşmadım. Önce “iyi insandı” deyip sonra “iyi veya kötü şarkıcıydı” diye yorum yapsınlar. Önemli olan “insandı” dedirtebilmek. Benim hayata bakışım ve bundan sonra ilerlediğim yol bu. Hiç kimseye küs değilim, kimseye kırgın değilim.
Yeniden müziğe dönecek olursak; müzikle tanışman Janis Joplin, blues, soul ve rock ile oldu ama yaptığın albümler ağırlıklı pop ve arabesk tarzındaydı, bu bir çelişki değil mi? Ticari kaygılardan dolayı mı?
Benim ticari kaygılarım olamaz çünkü o zaman albümlerin bir milyon da satsa, biz hiçbir zaman bunun karşılığını alamadığımız için ticari kaygı sadece yapımcılara ait bir duygu ve düşünce bence. Bensadece dedim ki bütün insanlara “benim bir sevgi açlığım var, herkes beni sevsin”. Ama öyle bir şey yok ki… Ama o yaşlarda herkese sesleneyim, herkesin sevdiği müziği yapayım istedim. Hayatımda hiçbir müziği küçük görmedim, çünkü her tarzın iyisi ve kötüsü var, icracısının da iyisi ve kötüsü var. Ben türkü de okudum, okumaya çalıştım, herşeyi söyleyebilen bir sanatçı olduğumu biliyorum ve söylemek istedim. Ama müzikalite olarak hangi dönem çok iyi dersen, İstanbul’a gelişimde o caz ve pop/caz yaptığım zamanlar en iyisiydi. Hatta şimdi bile – Bodrum’a yerleştim ben – Bodrum’da büyük olasılıkla caz yapacağım. Biraz küçülmek istiyorum kendi dünyamda da, istediğim şeyi yapmak istiyorum çünkü yıllarca yapamadım, insanları kırmayayım diye. Bir nevi şahsiyetsiz görünmesine rağmen bu duruşun, şimdi de diyorum ki ben kendim için de bir şeyler yapayım, mutlu olayım.
Kişisel müzik zevki olarak peki, oturup türkü, arabesk veya pop müzik dinler misin şu anda?
Mesela Soner’in Sadem diye bir şarkısı var onu çok seviyorum, sonra Emre Aydın’ın Hoşça kal şarkısını çok seviyorum, Emre’yi ve çizgisini çok seviyorum. Zaten Işın Karaca’yı herkes ne kadar sevdiğimi bilir.
Genellikle yabancı müzik mi dinliyorsun yani?
Evet, genellikle blues dinliyorum. Ama yenilerden Christina Aguilera’yı beğeniyorum mesela. James Brown’ı çok severim.
Gittiniz mi İstanbul’daki son konserine?
Davetiyem vardı ama gidemedim. Aynı şekilde rahmetli Michael Jackson ve Madonna’ya da biletlerim var ama gidemedim. Teyzemin çocukları ya! Nasıl olsa görürüm ben! Böyle saçma bir şey yok yani, gidemedim ve çok üzüldüm.
Gülüşünle dalga geçiyorlar ya, ben o konuya dönmek istiyorum…
Ekşi Sözlük diye bir yer var, ben bir gün Okan Bayülgen’e çıktım, o gün de okumuşum ve çok üzülmüşüm. Aslında insan olumsuz şeylerin karşısında da durabilmeli – sanki herkes beğenmek ve sevmek zorunda , yok öyle bir şey! Demişler ki Ekşi Sözlük’te – ben Bremen’e gidip yaşıyorum ya hani – işte Bremen’in mızıkacıları var, bir tanesinin yerine siz geldiniz, yani eşeğin yerine— (eşeğin derken o meşhur kahkahasını patlatlıyor). Bir tanesi “ne kadar sinir görünüyor, öldürmek istiyorum” diyor, bayağı ağır, hakarete varan eleştiriler vardı. Okan’ın programında çok üzüldüğümü söyledim. Kıyamam, sonra Ekşi Sözlük şöyle yazmış: “Sevgili Zerrin Özer biz sizi çok seviyoruz ama bizim tarzımız, üslubumuz böyle olduğu için böyle yazdık. Hepimiz sizden özür dileriz, sizi çok seviyoruz”. Yani bazen gülemiyorum bile, aman diyorum rahatsız eder miyim? Eskiden sorarlardı yanımda resmim ya da albümüm var mı diye, şimdi yanıma gelip bir kere güler misiniz diyorlar – ama o zorla olmaz ki! Ne bileyim deli Zerrin diyorum işte kendime, bir gün rahmetli Aysel Gürel dedi ki “benim en yakın takipçim sensin”.
Ben sormasam da söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Ben çok şanslı bir insanım. 1997 öncesi ve sonrası diye ayırmak lazım aslında. Ben kendimi çok şanssız bilirdim, “kimseye bir kötülüğüm yok niye böyle yalnızım, haksızlıklara uğruyorum” derdim. Sonra yıllar geçti, gördüm ki o kadar şanslı bir insanım ki…
1997’deki dönüm noktası neydi?
Yani hayatı daha iyi kavradım çünkü annemi kaybettim, anneme bakarken hayatı çok düşündüm ve sonradan ne kadar şanslı olduğumu anladım. Çünkü Allah kime bu kadar sevgi verir? Sevgiyi satın alamazsın ki, bir şekilde falso verir eğer yalansa. Bu kadar çok sevilmek, bu her kula nasip olmayacak bir şey… O yüzden çok şanslıyım diyorum. Yaşamınızda karşılaştığınız acı tecrübeler, tabiri caizse kazıklar bunlar hepsi sizin elinizde; siz isterseniz karşı taraf bunu yapamaz. Bu şans veya şanssızlık değil. En büyük şans sevenler tarafından aileden bir parça gibi sevilmek, işte bu, Allah’ın en büyük lütfu bana.