İSYANKAR POLYANNA – SAADET IŞIL AKSOY
Ofise gülücükler saçarak giriyor. İlk defa farklı bir konsept çekmekten memnun, göz makyajını temizlerken çekimin ne kadar güzel geçtiğini anlatıyor. Röportaja başladığımızda kendini cevaplamaya öyle kaptırıyor ki makyajını silmeyi bitirmeyi unutuyor. Konuşmamızın ilk yarısı boyunca bir gözü tertemiz, bir gözü panda yavrusu gibi kapkara ama yine de ışıldayan bir Saadet ile karşılıklı oturuyoruz. Kendini doğru ifade etmek için çaba göstererek, bugüne kadar birçok röportajda belli bir role bürünüp cevap vermek zorunda kaldığını samimi bir şekilde paylaşıyor. Aldığı ödüllerden sinirlendiği zaman nasıl değiştiğine kadar oradan buradan sohbet ediyoruz.
2007 yılında uluslararası film festivallerinde en iyi aktris gibi ödüller aldın, üstelik çok genç yaşında ve henüz sinema kariyerinin başındayken. “Vay be, ben neymişim” dedin mi?
Benim için ödüllerin en güzel yanı cesaret vermeleri ve geleceğe dair daha da fazla hayal kurmayı sağlamaları. Ama bir yandan da riskli bir şey çünkü iki farklı şeye düşebiliyor insan: birinde “ya, ne kadar iyi yapmışım demek ki” diyebilirsin, diğerinde ise “ben şimdi bu ödülü aldım, demek ki bundan sonraki işimde çok iyi şeyler yapmalıyım” diyebilirsin, bu yüzden kısıtlayıcı da olabilir bu ödül. Ama ben öyle düşünmedim, sonuçta ben bu işi hayatım boyunca yapmak istiyorum. Bir veya iki filmden aldığım ödül tabii ki çok güzel ama bunu bütün hayatıma mal edemem. Ama benim için çok güzel bir başlangıç oldu, bundan sonra üstüne ne koyabilirim diye düşündüm.
Yer aldığın projeleri neye göre seçiyorsun, kritlerlerin veya akıl hocan var mı?
Okuduğumda “bu film çekilse, bu rolü başkası oynasa, ben gerçekten onu çok kıskanırdım” diyorsam, ki bunda sadece rol etkili değil – hikaye-senaryo-yönetmen de dahil, o işi yapmak istiyorum. Tabii ki de danıştığım insanlar var, birlikte çalıştığım ekiple fikir alışverişinde bulunuyoruz, onun dışında çevreme, daha önce çalıştığım ve çok saygı duyduğum yönetmenlere soruyorum. Herkesin fikri kafamda bir şey oluşturuyor ama en önemlisi insanın ilk okuduğu zaman veya ekiple ilk tanıştığı zaman ne hissettiği, o genelde doğru bir rehber oluyor.
Vj’likle başladın. Öğrenciyken öylesine girdiğin bir iş miydi yoksa arkasında “belki bana bir kapı açar” gibi daha planlı bir düşünce mi vardı?
Çok planlı yaptığım bir şey değildi açıkçası, çünkü bu benim için aslında bir yol değildi. Oyunculuğa çok bağımsız başladım. Değişim programı için gittiğim Amerika’dan döndüğümde oyunculukla ilgili okullara ve derslere devam etmeye karar verdim ve öyle başladım. Ben liseyi bitirdiğimde yayınevinde de çalıştım, bir gazetede de staj yaptım. Bir sürü şey yaptım.
Biliyor muydun oyuncu olmak istediğini yoksa biraz el yordamıyla ilerleyip yolunu öyle mi çizdin?
Aslında biraz öyleydi. 7 yaşında ne yapacağını bilen insanlardan değildim. Bir sürü şey olmak istedim, bazılarını denedim.
Ne olmak istedin mesela?
Ortaokulda başarılı bir öğrenciydim, üniversite puanı çok yüksek olan genetik mühendisi olacağım diyordum, düşündüğüm gibi olmadı tabii! Bir sürü şey denedim, bazılarında iyi hissettim, bazılarında iyi hissetmedim. Oyunculuk da sinemaya olan büyük bir heyecan ve sevgiyle başladı. Üniversitede çok yakından takip ediyordum. Kamera önü oyunculuk eğitimine katıldım. Üniversitenin yanında beni çok mutlu eden ve kendimi gerçekten iyi hissettiren bir alandı sinema ve oyunculuk. Bir anda da mesleğim oluverdi. Yani biraz planlı biraz da hayatın getirisi.
Boğaziçi İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunusun, isteyerek girdiğin bir bölüm müydü yoksa daha çok Boğaziçili olmak sevdası mı vardı?
Tabii o da vardı, küçüklüğümüzden beri bilinçaltımıza işlenen “Boğaziçi’ne girmelisin” faktörü bir yana sözel alanlarda çalışmayı seviyordum, edebiyata da ilgim vardı. Bunlar birleşince Boğaziçi’nde İngiliz Dili ve Edebiyatı okudum. Çok severek okuduğum bir bölümdü. Oyunculuk yapan bazı arkadaşlarım konservatuara gitmek için okulu bıraktılar ama ben bunu yapmayı hiç düşünmedim.
Konservatuar okumadığın için, bazı kurslara gitmiş olsan da alaylı sayılırsın. Bu piyasadan bu konuda aldığın tepkiler nasıl?
Kesinlikle bunun eğitimini almanız şart. Şimdi Kadir Has Üniversitesi’nde oyunculuk üzerine yüksek lisansı yapıyorum. Dışarıdan nasıl göründüğünden çok bu konuda benim nasıl hissettiğim önemli. Konservatuar okumak önemli çünkü 4 yıl o oyunlarla yatıp kalkıyorsun, okuyan arkadaşlarımda görüyorum bu farkı, ben de elimden geldiğince onu kapatmaya çalışıyorum. Akademik bir şey olsun ki yolumu bulabileyim, bazı şeyleri içinden gelerek yapıyorsun ama bunun bir tekniğe oturması çok önemli. Bu hayat boyu devam eden bir eğitim. Bütün bunlardan bağımsız olarak da öğrenciliği de seviyorum, kaç yaşına gelirsem geleyim bir öğrenci psikolojisinde olmak iyi bir his. Hayata karşı daha cesur yapıyor galiba.
Vj’lik yaptın, sonra diziler ve sinema geldi. Tiyatroyu kareyi tamamlamak için mi yapıyorsun yoksa gerçekten merakın var mıydı?
Tiyatro yapmayı istiyordum hep, sadece doğru zamanı ve doğru koşulları bekliyordum. Okula da gidiyorum, bir şeyler öğreniyorum ve bunları kullanabileceğim bir alan istiyorum. Sinema veya dizi bunu tam olarak karşılamıyor. Sahnede bir şeyler yapma arzusu vardı ve “Çelik Manolyalar” projesi gelince hayır diyemeyeceğim bir işti.
Eski röportajlarını okuduğumda genelde sakin, pozitif, iyimser bir Saadet tablosu görüyorum. Paris’te tanıştığımızda da yine sakin ve daha çok gözlem yapan bir halin vardı. Şimdi gayet enerji dolusun ama merak ediyorum; bu senin röportajlarda çizdiğin bir karakter mi yoksa gerçek hayatta da böyle misin? Gerçek olamayacak kadar iyimser bir tablo çünkü bu…
Biraz röportajlara da özgü bir şey tabii. Ama o yalan bir şey zaten, o anlaşılıyor. Ben sürekli “hayat ne kadar güzel” diyen biri değilim ve bu durumu biraz yapmacık bulan biriyim. Ama röportaj yapılan kişi olduğunuzda sonuçta bir role giriyorsunuz, bazı şeyleri açık etmemeniz gerekiyor ve bazı şeyleri de söyleyebileceğim noktaya kadar söylemem gerekiyor. Bence röportajlar hiçbir zaman birinin gerçek kişiliğini yansıtamıyor. Benim bir sınırım var, röportajı benimle yapan kişinin bakış açısı var, bunlar üstüste gelince bir portre çıkıyor ama onu benimle yanyana koyunca çok farklı yerlerde duruyor olabiliyoruz.
O zaman gerçek Saadet’i konuşalım şimdi. Sen nasıl bir insansın, kendini nasıl anlatmak istersin?
İnsanın kendini tanımlaması bence çok zor bir şey, dünyanın en zor şeyi.
Yok mudur Saadet’in karanlık, yırtıcı tarafları?
Vardır herhalde ya, insanın kendinden 3. tekil şahıs gibi bahsetmesi çok komik!
Mesela çabuk bozulan bir insan mısın, çabuk demotive olur musun?
Motivasyonla ilgili olarak, biraz negatif motivasyonla yürüyen biriyim galiba bazen. Kendime negatif şeyler söylemek bazen beni motive edebiliyor, iş konusunda mesela.
Bu arada pizza siparişimiz ofise geliyor, elinde kutularla içeri giren pizzacıları görünce Saadet kendini tutamayıp “oley be en büyük motivasyonum yemek!” diye ufak çapta bir sevinç gösterisinde bulunuyor. Bunun üzerine Saadet’in karanlık tarafları bir bir ortaya çıkmaya başlıyor…
İş konusunda gerçekten “ olmayacak, bunu nasıl yapacağım, beceremeyeceğim galiba” dediğim zamanlar çok oluyor. Genelde zaten prova veya film çekimi döneminde sevdiğim insanlarla görüşmemeye özen gösteriyorum, çünkü o zaman biraz çekilmez biri olabiliyorum.
Hah şöyle ya, dök içini!
Karanlık taraflarım tabii ki vardır ama genelde çevreme karşı pozitif bir insan olmaya çalışıyorum. Hayatında olduğum insanların hayatını kolaylaştırmaya çalışıyorum çünkü ben de sevdiğim insanların bana bunu sağlamasını bekliyorum. Karanlık tarafta bir şey yaşıyorsam da, o depresyon kısmı genelde kendi içimde oluyor.
İçine kapanık bir insan mısın?
Öyle diyemem ama yalnız olmaya ihtiyaç duyuyorum. Arkadaşlarımla haftasonu boyunca komün halinde yaşadığım da oluyor ama bir noktada da eve gitme ihtiyacı duyuyorum.
Nefret ettiğin veya gıcık olduğun şeyler nedir, olumlu şeyleri duyuyoruz zaten hep, biraz da bunları duyalım senden. Ama “en sevmediğim şey yalandır” türünden olmasın lütfen!
Nedir acaba diye gözlerini yuvarlayarak düşünürken Mehmet Turgut lafa karışıyor “fotoğraf çektirmek!” diyerek. O noktada Saadet’in fotoğraf çektirmeye “ayıldığını ve bayıldığını” öğreniyoruz menejerinden. Nefret ettiği şeyi bulamayınca ise “seni ne irite eder” diye sorumu düzeltiyorum ama aldığım cevap karşısında da nasıl bir soru sordum ben diye düşünmeden edemiyorum: “Aslında bu dünyada yaşamak bile başlı başına irite edici bir şey” demez mi Saadet? Şaşkınlığım karşısında bir de üsteliyor “Evet! Gerçekçi olduğunu düşünüyorum bunun karamsarlıktan çok. Tamam çok güzel bir şey yaşamak ama bir yandan da çok irite edici, rahatsız edici bir şey”. Biraz karanlık tarafları deşeyim derken ne yaptım ben bu cıvıl cıvıl konuşan kıza?
Her gün bazı şeylere şahit olmak, kendi hayatınla ilgili kendine itiraf edemediğin şeylerin bir noktada yüzüne çarpılması, bu çok klişe belki ama haberleri izlemek, ya da doğumgününü kutlayıp eve gelip yalnız kalmak, başımıza gelen her şeyin çok irite edici yanları var yani. Bazı şeyleri değiştiremiyor olmak beni çok üzüyor, bazı oturmuş sistemler var bu dünyada ve o sistemlere insan çomak sokmak istiyor ama onu yapamıyorsun, kaybedeceğin şeyleri düşünüyorsun. Dolayısıyla beni aşan, kontrol edemediğim oturtulmuş sistemler ve kendimi orada eziliyor hissetmek beni rahatsız ediyor, dışına çıkma ihtiyacı duyuyorum bazen.
Nasıl bir noktaya parmak bastıysam bütün bu söylenenler bir çırpıda çıkıverdi Saadet’in ağzından. Röportajlarda hep yansıtıldığı gibi çiçek böcek Polyanna modunda yaşamayan, isyanları olan kanlı canlı bir insan olduğunu hissetmek beni rahatlatıyor bir anda. O da içini döküp rahatladıktan sonra elinde 10 dakikadır tutmuş olduğu pizza dilimini nihayet yemeye koyuluyor. Ben de yeni projeleri nedir merak ediyorum.
Aslında birkaç tane sinema filmi var ama şimdilik bir tanesini söylebiliyorum. “Elyazısı” diye bir film, 2 sene önce Altın Portakal’da Senaryo Geliştirme ödülü almıştı. Çok iyi bir ekibi var. İlk filmini çekecek bir yönetmen var, Ali Vatansever, uzun zamandır çok büyük bir ön çalışma yapıldı, bu yaz çekimlere başlanması planlanıyor. Çok heyecanlıyım çünkü daha önce türk sinemasında görmediğim bir hikaye, kasabada yaşayan eczacı bir kızı canlandırıyorum.
Senin özellikle canlandırmayı istediğin bir karakter var mı peki?
Çok ayıramam herhalde ama birbirinden farklı olması her oyuncunun söyleyeceği cevaptır herhalde. Bana yeteneklerimle ilgili eşik atlatacak, bana yeni şeyler öğretecek, yeni yanlarımı keşfetmemi sağlayacak rollerin hepsinde oynamak isterim herhalde!
Çizgi film kahramanı olsan hangisi olurdun?
Küçük Prens olmayı çok isterdim, çizgi film değil gerçi çocuk kitabı karakteri ama ilk aklıma o geldi, illüstrasyonlarını hatırladım.
Film kahramanı olsan peki?
Ay o çok daha zor geldi. Bilmiyorum. Sevdiğim karakterler var mesela Eternal Sunshine of the Spotless Mind’daki Clementine karakterini çok seviyorum. Kate Winslet o karakteri çok güzel oynamış.
Kendini tanımlamayı sevmediğini biliyorum ama hadi kendini 3 kelimeyle tanımla. (Saadet bundan hiç memnun değil, küçük çapta bir isyan yaşanıyor yine)
Kendini – Tanımlamayı – Sevmeyen!
Biraz daha güncel konulara gelecek olursak, modayla aran nasıl?
Öyle deli gibi modayı takip eden biri değilimdir ama merak ederim, dergileri karıştırırım. Günlük hayatımda öyle çok önemsemiyorum ama değişik şeyler yapmayı da seviyorum, insanları şaşırtmayı, benden hiç beklenmeyen bir şeyi giymeyi. Onun dışında kendine has giyim tarzı olan insanlara da hayranım, Kate Moss’un bütün fotoğraflarına saatlerce bakabilirim, bayağı hastasıyım o kadının. Bakmayı seviyorum ama kendimde uygulayabiliyor muyum ondan çok emin değilim!
Gerçekleştirmeyi kafana koyduğun en uçuk hayalin nedir?
Ben çok uçuk olduğunu düşünmüyorum ama bu mesleğe dair bir hayalim; bu işi çok farklı ülkelerde, farklı coğrafyalarda, farklı dillerde, çok başka geçmişleri olan ekiplerle yapabilmek istiyorum ve bunu 1-2 kere değil, bunun bu işi yapış şeklim olmasını istiyorum. Bu Hollywood falan da değil, Amerika da olabilir, İran’da çok küçük bir ekiple de çalışabilirim ama yeni bir şeyler alabileceğim insanlarla olsun.
Seni ne halde görürsek “Saadet delirmiş” deyip deli raporunu eline verebiliriz?
Umarım böyle bir sınırlama olmaz hiç, aslında ben de yapıyorum bunu, iletişim kurarken kendime bazen hatta çoğunlukla sınırlar koyuyorum. Hatta belki ben bunu herkesten bir tık fazla yapan biriyimdir. Ama bence insanın elindeki en büyük özgürlük, ne yaparsa yapsın kimsenin şaşırmamasıdır. Ben istiyorum ki hayatımda ne yaparsam yapayım kimse şaşırmasın.
(deli raporunu bu sefer veremedik)
Müzikle aran nasıl bu arada? Kimleri seversin?
Galiba her şeyi dinliyorum. Jeff Buckley’i çok seviyorum. Son zamanlarda Şark Oyunları’nda performans sergileyen Bulgar bir grup var Nasecomics diye, onları dinliyorum. Balkan müziklerini, arabeski seviyorum, damar parçaları filan. Damien Rice’ın naif şarkı söylemesini seviyorum. Son zamanlarda erkek vokallere çok taktım, örneğin William Fitzsimmons, acayip bir sesi var ve tipini gördüğünüzde hiç bir şekilde bağdaştıramıyorsunuz o sesle, bu çok hoşuma gidiyor. Bright Eyes’ın çok detone bir sesi var ama onu da beğeniyorum. Türkçe de çok dinliyorum, her daim Sezen Aksu dinleyebilirim. Iphone’uma ya ta Itunes’uma baksanız “bu kız galiba deli” dersiniz!
(sonunda verdik deli raporunu!)
Bunaldığın zaman kaçış yöntemin nedir?
2-3 günlük boşluklarımda bile bir yerlere gitmeye çaba harcıyorum, seyahat etmeyi çok seviyorum, bu beni gerçekten ayakta tutan ve mutlu eden bir şey. Çok uzak olmasına da gerek yok, İstanbul dışında bir saatlik mesafede görmediğim yerleri görmek mesela, yeter ki bana akan hayatımın kırıldığını hissettirsin. Geçen sene iki çok yakın arkadaşımla plansız programsız bir şekilde Yunan Adaları’nı gezmeye gittik. Hayatımda kendimi çok özgür hissettiğim dönemlerden biriydi. Sakız Adası’na gittik ve sanırım orası hayatım boyunca ara sıra dönmek isteyeceğim bir yer oldu.
Peki ya aşk?? Bu konuda söylemek istediğin bir şey var mı?
Vallahi yok o konuda söylemek istediğim bir şey J
Sinirlenince nasıl bir insan oluyorsun?
Evet bunu söyleyebilirim, çünkü bunu biliyorum, çevremden de duydum: sinirlendiğimde sanırım hiçbir şey duymak istemiyorum, sakinleştirilmek de istemiyorum çünkü o anda hemen sinirlenip kendimi hemen sakinleştirebilen biriyim. Sadece ilk anda yanımda biri varsa dahi kafam yalnız olmak istiyor. Sakinleştirilmeye, karşı tezde bir şey duymaya hiç hiç hiç gerek yok, çünkü bir anda tırnaklarım çıkıyor!