YANLIŞ ANLAŞILAN ADAM – LEVENT ÜZÜMCÜ
İstanbul Halk Tiyatrosu’nun kurucu ortaklarından olan Levent Üzümcü, Avrupa Yakası’ndaki Cem rolüyle ve daha sonra bir zihinsel engelliyi canlandırdığı “Abimm” filmindeki göz dolduran oyunculuğuyla hayran kitlesini genişletti. Ama onun içindeki tiyatro aşkı bambaşka. Şu sıralar üç ayrı oyuna aynı anda yetişmeyi başarıyor. Çok fazla yanlış anlaşılmaktan muzdarip, ben de bunun üzerine gittim biraz, hatta kendisini biraz germiş bile olabilirim! Okuyun, siz karar verin.
Röportajlarında genel olarak sosyolojik ve siyasi söylemler bol miktarda bulunuyor, acaba mesaj kaygısı taşıyan bir adam mısın?
Yok, hiç alakası yok. Ama bizim jenerasyonumuzla ilgili büyük bir sıkıntı var, siyasetten bir uzaklaşma oldu. Siyasette taraf olmaktan uzaklaşan, ama sosyal yönü kuvvetli bir jenerasyonuzdur biz. Bu, dünya görüşümüze bir sığlık getirdi; sadece işini yapan, hiçbir şey yapmadan ünlülükle cebelleşen ve ünlü olduktan sonra bütün arkaik duygularını hiç törpülemeyen insanlar çok fazlalaştı. Çünkü bir gecede, altyapısız ve kendini geliştirmeden ünlü olma dönemi başladı. Türkiye’de ünlülüğün sanatla bir bağlantısı olmadığı için, bu sanki ünlülerin bir özelliğiymiş gibi algılanmaya başladı. Benim sıkıntım bundan kaynaklı.
Okuduğum röportajlardan, tiyatroyu yücelten, dizi ve sinemayı biraz yeren bir yaklaşımın olduğunu hissediyorum. Bir tanesinde demişsin ki “sanat piyasası denen şey bize para kazandırıyor; reklam seslendiriyoruz, dizide oynuyoruz, para kazanıyoruz ve olabildiğince ahlaklı kalmaya çalışıyoruz, devam ediyoruz hayatımıza. Keşke bunlar olmasaydı, tiyatrodan para kazanabilmemiz mümkün olsaydı”. Bunun altında “tiyatro ahlaklı, dizi ve sinema ahlaksız” gibi bir düşünce mi yatıyor?
Hayır. Tiyatronun içerisinde de benim inandığım tiyatroya inanmayarak tiyatro yapanlar var. Yapacak bir şey yok, tiyatroda da var bu.
Bir kötüleme durumu var sanki, mecbur olmasan hayatta elini sürmezmişsin gibi…
Hiç alakası yok. Ama şunu söylemek hoşuma gidiyor, çünkü ben buna gerçekten inanıyorum: keşke bugün kazandığım parayı sadece tiyatro yaparak kazanabilme imkanım olsaydı, enerjimi sadece tiyatroya verebilseydim. Bu çok naif bir istek, bu kadar.
Tiyatronun gerçek durumu nedir? Hep tiyatro kazandırmıyor diye hayıflanılıyor, ama bir yandan da salonların dolduğundan bahsediliyor.
Dünyada bu böyle, sanatın popüler olmayanını yaparsan… Bugün tiyatro sahnesinde yaptığın bir oyuna “40 TL veremem, gelemem 4 kişilik bir aileyim” diyor adam. Yani bunu yemek yemek gibi bir ihtiyaç olarak görmekten uzaklar. Benim üzüldüğüm, en çok sıkıldığım nokta bu.
Bugün bir devlet veya şehir tiyatrosu oyuncusu kurumsal bir firmada çalışan bir insanla yaklaşık aynı maaşı almıyor mu ama?
Bugün yetişkin, aile sahibi, çoluğa çocuğa karışmış bir tiyatro oyuncusunun, sanatla uğraşan bir insanın her semtte oturamayacağını bilirsin. Kazandığına göre ama en azından tutunabileceğin yerlerde, senin kıyafetinden veya davranışından dolayı yargılamayacak, senin üzerine gelmeyecek yerlerde yaşamak istersin. Bunun da bir bedeli, maddi karşılığı vardır. Bugün devlet veya şehir tiyatrolarındaki insanların aldığı para 3000TL. İstanbulda iki tane çocuğu olan, bir evi olan ve bu standartlarda yaşayan bir insan için 3000TL çok büyük bir para değil. Gerçekten yaşatmaz seni ve yaptığın işin senin hayatını ne kadar bağladığını düşünürsek, senden aldığı zamanı kastediyorum; korkunç bir zaman. Bu arada öğretmenlerin aldığı maaş da düşük. Yani devlet, kendi çalışanlarına bulundukları şehirde tutunabilecekleri kadar maaş veriyor. Bu şehrin belirlediği yaşam standardı memurlar için bir azaptır.
Küçük İbo dizisi o zaman bunların sonucu olarak başlanan bir iş mi?
1995 yılında okuldan mezun olduktan sonra Diyarbakır Devlet Tiyatrosu’nun sınavlarına girdim çünkü tiyatronun o tarz yerlerde, yani gerçekten ihtiyacı olan yerlerde yapılması gerektiğine inandım her zaman. Orası olmayınca Bursa Devlet Tiyatrosu’na gittim, ama o sevgiliyle evlenmek istiyorum, o sevgilinin işi de İstanbul’da. Sonuçta buraya geldim, çok da memnun değilim İstanbul’da yaşamaktan. Benim geldiğim yerler çok daha güzel yerlerdir. Babam Ayvalık’lı, annem Çeşme Ilıca’lı; sizin tatil dediğiniz şey bizim hayatımızdır.
Küçük İbo dizisine dönersek, yapmama şansın olsa yapmayacağın bir proje miydi?
Hayır, hiç öyle şey olur mu? Hiç öyle bir şey söylemedim ben! Bunu televizyonda canlı yayında bile sordular! Özgü Namal da Küçük Onur’da oynadı, kimse soruyor mu ona niye Küçük Onur’da oynadın diye? Böyle bir takıntı var insanlarda. Neden bana bunu yaptıklarını bilmiyorum. Utanıyor musun diye soruyorlar, niye utanayım ya? Sonuçta televizyon işinden para kazanıyorum. O dönem seçme şansım yoktu, önüme çıkan ilk işti, gittim yaptım, evlenmek istiyordum, yaşamak istiyordum.
Aynı röportajda bazı cevapların bir araya gelmesinden kaynaklanıyor olabilir. O röportajında Küçük İbo konusu ve “aç insandan ahlak bekleme” sözün…
Brecht’in lafıdır bu, der ki “önce yemek, sonra ahlak”, hikaye de budur. Kendisine yemek vermediğin, yaşam mücadelesi içine ittiğin bir insandan bu kadar da ahlak bekleme. Dinler de bu yüzden var, “aç ol, ama ahlaklı ol”. Bir de ahlak üzerine bir şeyler söylemek istiyorum sana, bu hep yanlış anlaşılıyor; ahlak hep pozitif olarak, genel geçer kurallarıyla anlaşılıyor. Ama bence ahlak bir parça Camus’nün dediği gibi bir şeydir, onun varoluşçuluğu açıkladığı hikayedeki gibi bir şeydir; yani bir hayat kadınının aşık olma durumu onu berbat edebilir. Sana ahlaklı bir yaşam gibi gelmez genel geçer tanımıyla değerlendirdiğinde, yani bir orospunun gidip orospuluk yapması sana ahlaklı gelmez ama bana ahlaklı gelir bu durum çünkü işidir, onu yapıyordur ve kendi içinde tutarlılığı da vardır. Aşık olduğu noktada olay patlar, düşünsene yani nasıl bir hayatı olabileceğini, ne kadar korkunç bir durumda olabileceğini, biraz böyle görüyorum ben ahlak dediğimiz şeyi. Ben kimsenin hayatıyla ilgili hiçbir şekilde yorum yapmıyorum çünkü herkesin kendine özgü bir hayatı var, tercihleri var bir milyon tane. Tercihlerine göre insanları ayıra ayıra sevmek zordur. O yüzden insanları olabildiğince tek tip olmaya iterler. Dinlerin hikayesi budur, olabildiğince ortalama tutarlar seni, farklılıkları törpülemeye, tercihlerini genellemeye çalışırlar. Bunun bir parça karşısındayım. Yani Küçük İbo da, eğer bağlarsak buna, benim tercihlerimden bir tanesidir, her zaman da bu benim işimdir, ben bunu yaparım ve bu tercihten dolayı yargılanmaktan da hiç hoşlanmıyorum.
Röportajlarını okuduktan sonra böyle bir hisse kapılmıştım ve bu düşünceyle geldim buraya, belki sadece okuyabildiğim, seni bu şekilde dinleme fırsatım olmadığı için…
Okan’ın programına katıldım, katıldığım programlarda genellikle insanlar oyuncu kökenli ya da oyunculuktan anlayan insanlar. Gidiyorum bana diyorlar ki “Türkiye’nin şöyle aktörlerinden, en iyi şöylelerinden, en iyi bunlarından”, teşekkür ediyorum. Şimdi bu paylaşım siteleri var ya, oradan geliyor bana insanlar “Ne o? Çıkıyorsun çok iyi oyuncuyum falan diyorsun” diyorlar. Bir tane kayıt yok ellerinde bununla ilgili, ama herkes benim hakkımda öyle dediği için bunlar böyle zannediyor. Alakası yok ki! Tanımak için en ufak bir çabaları bile yok, katıldığım programların nerdeyse hepsini izlemiş ve oradan edindiği izlenim benim bunu söylediğim. Hayır, bana bu söyleniyor. Anlamıyorum, görüyorsun be kardeşim yani adam böyle bir şey söylememiş ki! Sen ister kıçını yırt, ben çok iyi oyuncuyum diye dolaş, bu sana söylenilen bir şeydir, sana verilen bir payedir. Sen bunu söylesen olmazsın.
Meyve veren ağaç taşlanır gibi bir dava mı…
Bilmiyorum artık, meyve veren ağaç mı… bence “götünden anlamak” daha güzel bir tanımlama. Meyve veren ağaçla ne alakası var, ben birçok meyve veren ağaç gördüm kimsenin taşladığı falan yok yani… Yok, seninle ilgili değil ya, allahaşkına üzerine alınma!
Yani sonuçta bazı röportajlara ulaşabiliyorum, senin hakkında herşeyi bilemem, tiyatronu izleyemedim, Şen Yuva’yı takip etmiyorum… (burada bir “ama”m vardı ancak dile getirmeye fırsat olmadı. Olsun)
Tanımıyorsun yani, bilmiyorsun yani beni…
Tanımıyorum tabii ki (arada “eyvallah” lafını yiyorum), o yüzden de soru soruyorum. Ama sürekli de kendini bir açıklama ihtiyacın var gibi, insanlar sana çok mu yanlış yaftalar yapıştırıyorlar ki? Çok mu yükleniyorlar?
E biraz da bundan kaynaklı, yanlış anlaşılmak istemiyorum. Patavatsız bulabilirler beni ama ben aklıma geleni söylemiyorum, yani ben bu lafı bugün etmiyorum, ilk defa bulup da söylemiyorum sana. Konuşmayı seviyorum, insanlarla iletişime geçmeyi seviyorum ama şunu anlayamıyorum: mesela bir yerde oturuyorsun ve oradan biri geçiyor, seni görüyor, belli ki yaptığın işten dolayı seni tanıyor ve sana öyle bir davranıyor, öyle bir bakıyor ki sanki sen onunla daha önceden sevgiliydin, onunla paylaştığın yatakta başkasıyla aldatırken o seni yakalamış ve iki yıldır hiç görüşmemişsiniz, o an seni görmüş. Hikayemiz bu, alt metin bu arkadaşla. Hayatında ilk defa gördüğün insan sana neden böyle bakar? Ne yaptım ben sana? Biraz böyle saçmalıklar silsilesi yaşıyoruz biz. Bununla ilgili bazı sıkıntılarım oluyor çünkü anlamıyorum insanların neden böyle yaptığını.
Okan Bayülgen’in programında Kenan İzmirzalıoğlu ile ilgili meselede senin verdiğin tepki beni şaşırttı, alaylı oyuncularla ilgili düşüncen nedir?
Hiç kimse oyunculuğu tekeline alamaz, okulunu bitirdin diye bir tek sen mi yapacaksın bu işi, böyle bir şey olabilir mi ya? Bana diyor ki sen onun yaptığı işi yapabilir misin, ben de dedim ki o benim yaptığım işi yapabilir mi? Yılda 3 tane oyun oynuyorum ben, o benim yaptığım işi yapabilir mi? Anladığımız nedir oyunculuktan, oyuncu kimdir, ne yapar? Oyuncu televizyon dizilerinde durup uzaklara bakan, sürekli bir karizma peşinde koşan insan mıdır? Yoksa oyuncu tiyatro sahnesinde de, sinemada da, televizyonda bu işi yapan insan mıdır? O lafın sonunda bir laf söylemiştim ki, aslında bütün hikaye oydu: bir şeyin çok fazla talep görmesi onun doğru bir şey olduğu anlamına gelmez. Aslında bütün o muhabbet içerisinde konuşulması gereken tek şey buydu ama insanlar ısrarla – bu laf herhalde uzun geldi, anlaşılmaz geldi – bunun üzerinde hiç durmuyorlar. Bugün AKP’nin %47 oy almış olması da budur. Herkes izliyor diye sen izler misin? Benim de bir beğenim var, neden buna saygın yok? Herkes onu beğenmek zorunda mı, herhangi bir kadını ya da erkeği. Beğenmeyince neden sadece kıskançlık oluyor? Neden, neyini kıskanayım ki? Neyini kıskanayım derken onu aşağılamak için de söylemiyorum, ya da o da gelsin beni kıskansın diye de söylemiyorum.
Bu meselelerle seni rahat bırakıyorum, bu sayımızın konusu doğaçlama. Sen hayatında doğaçlamaya ne kadar yer veriyorsun?
En büyük sıkıntım o olabilir herhalde ya. Şimdi, Türkiye’nin en güzel denizlerinden bir tanesindesin, hava mükemmel, etraftaki herkes yayılmış yatıyor, bir bira daha mı içsem, denize mi girsem diye düşünüyorsun, doğaçlama yapmak istiyorsun ama şöyle bir hikaye var: oğlanın kolluğu patlayabilir mi, iskeleden atlarken biri iter de kafasını taşa vurursa, bayılır da suyun içinde nefes alamazsa… bu durum senin doğaçlamalarına, senin o plajdan keyif almana falan engel şeylerdir. Ama herşeyin bir bedeli vardır. Baba olmak, aile sahibi olmak ve onun getirdiği sistemin içerisinde yaşam bir parça akıntıya karşı yüzmek gibidir. Sürekli bir çaba içinde olmak zorundasın. Böyle bir hayatta doğaçlama yapabilmek de çok kolay değildir. Ama ben doğaçlama yapmıyorum diye orospu çocuğu değilim. Ben doğaçlama yapmıyorum, diğer oyuncu arkadaşlarım gibi yaşamıyorum diye çok fazla ayrıma tabi tutulduğum olur. Beni gittikleri ortama çağırmazlar, ya da gittikleri ortamda ben varsam bana sivil polis muamelesi yaparlar. Anlatabiliyor muyum, o kadar üzülürsün ki bundan dolayı. Bize okulda şöyle söylemişlerdi: “ah ah doğru mesleği yanlış ülkede yapıyoruz” diye, hiç alakası yok, bizim yaptığımız işin yapılacağı en güzel ülkelerden bir tanesi burası. Düşünsene, iki insan arasında 1600 yıl fark var burada ya. Demokrasi dediğin şeyi bulanlar, onu yürüten insanlar, aynı ülkede yaşayanlar, aynı havayı soluyanlar, aynı yemeği yiyip aynı dili konuşanlar arasında bir elli yıl vardır yani, bizde 1600 yıl mesafe var. Burası Camel Trophy gibi, tam sanatın, tiyatro oyunculuğunun yapılacağı yer burası. O yüzden burası bir sosyoloji cenneti ve psikoloji cehennemi. O yüzden oluyor bunlar. Yani doğaçlama benimki gibi bir hayatta pek de mümkün olmuyor.
Esas merak ettiğim şey şu: ne kadar planlı bir insansın; bazı insanlar bir şey istedikleri gibi gitmediğinde inanılmaz sinirlenir, bazıları ise akışına bırakabilirler. Sen hangi taraftasın?
Peki sana şimdi şunu söyleyeceğim, bugün bir dizi setinde 60 kişi çalışıyor ortalama. Bugün bir doğaçlama yapıp sete gitmezsem koskoca bir televizyon dizisi bir haftasını kaybediyor. Ben bu akşam bir doğaçlama yapayım, Ayvalık’a gitmeyeyim, yarın Ayvalık’taki 4000 kişi neyi izleyecek?
Yanlış anlaşılmıyorum umarım, çok mu agresif geliyor sorularım?
Yoo.. pasif agresif bir durumun var ama hayat böyle, herkesin bir tarzı var yani.
Peki… J o zaman sahnede doğaçlamayı sorayım…
Onu yapmazsan ayvayı yersin, öyle bir yeteneğin yoksa. Doğaçlama diye bir ders vardır konservatuarda.
Doğaçlama yeteneği olmayan oyuncu kötü bir oyuncu mudur?
Yok. Başına bir şey gelirse ama sahne üzerinde, oyunu bitirtir, perde kapattırır.
Ama dizi ve filmde oynayabilir, değil mi? J
Bir replik söylersin, montaj yaparlar. Dizilerin ve sinemanın öyle bir büyüsü var; en seçilmişlerin içinden bir şey çıkartıp en seçkin şekliyle sunuyor ama 2 saat boyunca seni nefes alıp verirken izleyen insanlar var ve karşılıklı bir etkileşim halindesin. Eğer bir şey olursa, o an ve orada oluyor, tekrarı da yok. Mesela biz Alevli Günler oyununda, dağıldık sahnenin üzerinde, gülme krizine girdik. Hiç olmayan bir şey oldu o güne kadar sahne üzerinde; o güne kadar o replik hiç öyle söylenmemişti, aynı replik söylendi ama daha farklı bir yukarıdan söylendi, nerdeyse perde kapatacaktık, toparlayamadık yani. Zaten oyun komedi, seyirci on kere falan alkışladı bizi toparlayalım artık diye, ilk başta çok hoşlarına gitti diye alkışladılar, ondan sonra artık toparlayın da oyun devam etsin diye alkışladılar. Onlar bitirdiler gülmeyi biz hala katılıyoruz sahnede. Çok kötü bir durumdur o, bir de işine duyduğun saygı var… bittik, arkadaşım oyunu devam ettirecek repliği söyleyemiyor.
Hayatında ne kadar risk alan bir insansın?
Baba olmak risk almak değil mi? Tatile gitmek, çocuklarla birlikte denize girmek? Dünyanın en büyük riski ya. Etrafına baksana kaç tane arkadaşın evlenmedi, kaç tane arkadaşın baba ya da anne olmayı es geçti? Kolay iş mi o? Bundan daha büyük risk var mı hayatta?
Özel hayatından çok fazla bahsetmiyorsun, bildiğim kadarıyla da güzel bir evliliğin var. Eşin, aile ve evlilik terapisti; mutlu evliliğin sırrı nasıl gidiyor sizin evde, eşinin verdiği talimatlar doğrultusunda mı ilerliyorsunuz?
Geçen gün Ebru dedi ki “Ada’ya hiç kızmıyorsun, Ada’ya biraz kız”. Ben de ottan boktan bir sebepten Ada’ya kızdım. “Hayır! Bunu yapmayacaksın!” dedim, Ada beni öyle görünce bir lamba gibi baktı bana, ben de bir anda gülmeye başladım çocuğun yüzüne. Bütün karizma gitti yani. Ama dışarda söylüyorlar “şurda kız, böyle kız” diye, Afife Jale ödülü alıyorsun kızınca, çok güzel kızdı diye. Ne benim mesleğim eve giriyor ne onun mesleği. Ama bizim evimize ne giriyor biliyor musun? Annemizden babamızdan gördüklerimiz bizim evimize giriyor, onların önüne geçemiyorsun. Senin mesleğin falan hepsi hikaye, evdeki davranış, etkileşim dediğin şey senin aldığın eğitiminle ilgili değil, sadece aile içinde aldığın eğitimle ilgili.
Ünlü olmak senin doğallığını ne kadar etkiliyor?
Hiç. Hiç etkilemiyor, ben böyle çıkıp dolaşıyorum mesela, bana ne yani. Etkilemiyor çünkü seni toplumdan ayıran bir şey değil bu. Ben ne insanlar gördüm ünlü olduktan sonra kendini dağıtan, abuk sabuk davranan, nasıl davranacağını bilemeyen. Bu insan böyle zavallı değildi, neler geldi kimbilir başına da bu hale geldi, kimbilir hangi ünlüleri gördü de neler geldi başına. O ünlülük tavrı o insanın annesinden babasından gördüğü bir şey değil ya. Senin annenden babandan gördüğün şey ünlülükle bağlantılı bir şey değilse sen kendi kendine ünlü olmanın yolunu buluyorsun,öyle bir yeteneğin de yoksa başka ünlülere bakıyorsun, eyvah, genetik olarak bozukluk var çünkü orada, ünlü tavırlarının genetiğinde bozukluk var. Eğer onlardan bakıp da ünlü olmaya çalışırsan ayvayı yedin, çünkü yanlış örnek dolu Türkiye. (…) Çok hoşuma gitti senle sohbet etmek, inanmadın sen ama..
Şu anda Alevli Günler devam ediyor, aynı zamanda Şen Yuva dizisine devam ediyorsun…
Maskeliler devam ediyor, şehir tiyatrolarında bundan iki sene önce İstanbul’un bütün ödüllerini alan bir oyundu. Bunu söylememdeki sebep, “gel bak bizi ödül jürisi ne kadar beğendi” değil, belki gelmene sebep olur, aklına düşer. Filistin-İsrail hikayesi altında koca evrenin bütün problemlerinin 1 saat 15 dakikada tartışılıp haliyle bir çözüm bulunamadığı, küçücük bir mezbahada geçen 3 tane erkek kardeşin hikayesidir. Gagarin Sokağı da devam ediyor. Seviyorum ben risk almayı. Bazen üç gün arka arkaya üç farklı oyun oynadığım da oluyor. Başka bir aktör yoktur biliyor musun bunu yapan? Çok da bulacağını zannetmiyorum Türkiye’de böyle bir aktörü.
Son olarak bir cümleyle cevaplamanı istediğim bir soru: ne olacak bu memleketin hali?
Zed’s dead baby. Zed’s dead.