KARANLIKLAR KRALİÇESİ – ELİF ŞAFAK
Karşımda siyah bir kuğu gibi duruyor; zarif ve dingin. Sakin sesiyle ninni söyler gibi konuşurken, kocaman yeşil gözlerinin içinde deliler koşturuyor. Sözcükler dilinden tane tane dökülüyor oysa deliler bir telaş içinde bambaşka renklerde başka dünyalar çiziyor, hem birbirine zıt, hem birbirini tamamlayan. Zihninde hayat bulmayı bekleyen karakterler durmadan içinden çıkmak için çırpınıyor sanki. Elif Şafak’ın bu hali hem huzur veriyor hem de derinlerde bir yerlerde kasvet tohumları saçıyor… Karşınızda karanlıklar kraliçesi Elif Şafak.
Herhangi bir kitabınızın lansmanı söz konusu değilken Ayşe Arman ile röportajınız yayınlandı. Durduk yerde verilen bu röportaj pazarlama anlamında bir strateji mi yoksa öylesine içinizden gelen bir şey miydi, ya da Ayşe Arman sizin arkadaşınız olduğu için mi gerçekleşti?
Bence bunlar böyle çok hesaplanan şeyler değil, taktik değil, strateji değil. İnsanın tamamen içinden gelmesiyle olabilecek şeyler. Zaten içinizden gelmiyorsa yapamazsınız ki, taşıyamazsınız. Ben de bir süre çekileceğim, yurtdışına gidiyorum ailemi de yanıma alarak ve tamamen içe dönük bir dönem başlıyor benim için. Ondan önce de böyle bir şeyi yapmayı arzu ettim, ekip güzel, bunun büyük bir rolü oldu ikna olmamda.
Mehmet Turgut’la daha önce çalışmış mıydınız?
Hayır, ama çalışmalarını biliyordum, nasıl çalıştığını da biliyordum. Ayrıca tanıştığımızda enerjisini çok sevdim, çok da yakın hissettim kendimi, zaten tanıyormuşum gibi. Belki dışarıdan böyle görünmüyor ama gerçekten hayatımızda birçok şey içimizden gelmesiyle veya onun içinde olmanızla, onun kendi doğal akışıyla mümkün olabiliyor ancak.
Bunu sormamın sebebi şu; ya çok seviliyorsunuz ya da bir nefret veya yerme söz konusu, bunun başlıca sebeplerinden biri de “kitap pazarlamasından ziyade Elif Şafak imajını pazarlamaya çalışıyor” iddiasından kaynaklanıyor gibi duruyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
İnanın, Türkiye’de birçok insan birçok şeyi söylüyor. Tek tek eleştiriler üzerine konuşursak kendi rayımızdan çıkarız. Ben şöyle düşünüyorum: ben sevdiğim işi yaparım. Benim için yazmak önemli, ben bu işi seviyorum, zaten sevmesem yapamam. Onun dışında gelen birçok şey de zaten ona eklemlenerek gelişiyor. Yazarlık benim için bir meslek değil bir yaşam biçimi, bir varoluş. Ben böyle nefes alıyorum. Bazı insanlar bunu anlar, bazı insanlar bunu anlamaz, bazıları bugün anlamaz yarın anlar. Eyvallah, hepsine eyvallah.
Bir yazarın kişisel bir imaj pazarlaması yapması yanlış bir şey mi? Bir yazarın özel hayatı hiçbir şekilde ön planda olmamalı, sadece eserleriyle var olmalı yaklaşımı yaygın. Ayşe Arman röportajında neden kitapların arasında yatarak pozlar veriyor şeklinde eleştiriler de var…
Bence kimle konuştuğunuza göre o kadar değişir ki aldığınız cevaplar… O röportajdan sonra inanılmaz olumlu şeyler de duydum. İnsanlar çeşit çeşit, fıtratlar çeşit çeşit o yüzden tek bir yere bakmıyorum, öyle bakarsak hiçbir şey yapamayız bu ülkede. Ama şu konularda bir önyargımız var evet, reklam dendiği zaman, aman Allah’ım sanki çiğ bir şeyden bahsediyormuşuz gibi tepki veriyoruz. Niye? Reklam, içinde yaşadığımız dünyanın bir gerçeği. Tabii ki kitap tanıtılır, niye tanıtılmasın? Her yazar kitabının okunmasını ister, niye istemesin? Buralarda da dürüst olmak ve duru olmaktan yanayım. Çok şükür içime sinmeyen hiçbir şey olmadı o söyleşide tam tersine ortaya çıkan sonuçtan da memnunum. Eleştirilere de her zaman eyvallah diyorum eğer dozu iyiyse, niyeti iyiyse. Ama niyeti iyi olmayan eleştiriyi de çok dinleyemem çünkü bunlara fazla kafa yorarsak hiçbir şey yapamayız.
Reklam konusu açılmışken, “AŞK” kitabınız büyük bir satış başarısı yakaladı. Objektif olarak kendi başarınıza bakacak olursanız, bunun yüzde kaçı reklam ve yüzde kaçı edebi başarınız kabul edilebilir?
Bence kimse bunu ölçemez. Benim, Pinhan’dan bu yana 10 tane kitabım var piyasaya çıkmış. Her kitapta eklemlenerek, genişleyerek büyüyen bir okur çemberi oldu. Mahrem’le veya Siyah Süt’le keşfedip geriye dönenler oldu. Her okur tiplemesi farklı, daha doğrusu bir tipleme yok. Okurlarım o kadar çeşitli ki; sol görüşten tutun muhafazakâr kesime kadar çok farklı ideolojik yelpazeden çok farklı insanlar okuyor. Çok farklı sosyal çevrelerden, ekonomik geçmişlerden, farklı yaş gruplarından kadınlar okuyor. Ben bu çeşitliliği önemsiyorum çünkü ben birey olarak bakmaktan yanayım. Bence bir kitabı bir milyon kişi de okuyabilir ama herkesin okuması biricik çünkü roman böyle bir sanat, çok içe dönük; romanı kolektif bir şekilde tüketemeyiz. Siz romanı elinize aldığınız anda kendi iç dünyanıza dönersiniz, belki kendi erkek arkadaşınızın, kocanızın bile bilmediği başka bir yönünüzü ortaya çıkararak, bir dünyanın içine girerek tamamen içsel bir yolculuk yaparsınız. Dolayısıyla roman çok içsel, içe dönük ve yalnızlık sanatı. Yazarken yalnızız, okurken yalnızız. Herkesin Şems’i farklıdır. O kadar çok kişiden o kadar farklı yorumlar duyuyorum ki, ama biliyorum ki hepsi doğru, çünkü her kişi kendi gözünü getirir metne dolayısıyla ben aslında bir hikâye yazıp da onu içi boş bir şekilde okura aktarmıyorum, tam tersi okurla beraber yaratıyoruz biz bu manayı.
TED Konferansı’ndaki konuşmanızda doğal çemberlerden, doğal kozalardan bahsediyorsunuz. Sizin şu anda bulunduğunuz ve arada sırada içinden çıkmaya çalıştığınız çember nasıl bir çember?
Benim birden fazla çemberim var ve hep öyle oldu, biraz tabii göçebelikle de ilgili bir şey bu, biraz yaşadığın hayatla da ilgili bir şey. Şunu çok seviyorum: bir ayağım İstanbul’da olsun, bu şehre bağlı bir yanım var benim, çok seviyorum İstanbul’u ama bir yanım yolculuk yapsın, gitsin gelsin bilmediği şehirler keşfetsin, başka yerlerde sıfırdan yaşam inşa etsin sonra o yaşamı bozup yeniden başka yere gitsin. Benim böyle yapboz bir yanım var ve hep böyle oldu. Ben mesela koleksiyoncu bir insan değilim, benim kitaplarımı bile bir araya getirmem daha yeni yeni mümkün oluyor, 35 yaşımdan sonra benim bir kütüphanem oldu çünkü her zaman bir koli kitap bir şehirde, bir koli kitap bir başka şehirde. Hala da birçok kitabım, eşyam orda burada dağılmış, unutulmuş, kaybolmuş. Böyle bir yaşam tarzından bahsediyorsak eğer ister istemez birden fazla çembere giriyorsunuz. Ama şunu önemsiyorum, belki de en çok bunu önemsiyorum: ruhen, zihnen ve kalben açık olmak, kendini kapatmamak yani nerede yaşarsak yaşayalım, kendimize ne dersek diyelim bize benzemeyene yüreğini ve zihnini kapatmamak. Bunlar bana önemli geliyor ve bir romancı için de çok önemli bence çünkü bizim işimiz insanı anlamak, insanı anlatmak. Bunu yapabilmek için de mümkün olduğunca kendim olmaktan çıkabilmem lazım.
Yine de sormak istiyorum, bu içinde bulunduğunuz çemberin içinde neler var?
Benim çemberlerim biraz daha hayal dünyasından beslenen çemberler, özellikle yazdığım dönemlerde ben aslında yazdığım kitabın içinde yaşıyorum. Tabii ki İngiltere’ye gittiğimde İngiltere’de yaşıyorum ama eğer o dönemde yoğun olarak roman yazıyorsam, inanın ben daha çok hayal dünyamda yaşıyorum. Bunlar bana önemli ayrımlar gibi geliyor o yüzden o çemberlerin ne kadarı hakiki hayatta ne kadarı hayal dünyasında bazen ben de ayırt edemiyorum. Ama dediğim gibi yolculuklardan çok besleniyorum, ben kendimi belli bir zümreye, belli bir adrese ait hissetmiyorum, ben birey olmak istiyorum. Birey olarak yaşamak bana önemli geliyor. Dediğim gibi kendini kapatmamak, seninkine benzemeyen varoluşları en azından anlamaya çalışmak ve eşit bakmak mümkün olduğunca, hiyerarşik değil de yatay bakabilmek hayatta. Bu tasavvufun da insana salık verdiği bir şey; kendini öte görmemek, kendini üstün görmemek, kibirden uzak durmak. Basit gibi duruyor ama temel öğretiler bunlar. Konuşmak kolay da hayata geçirmemiz bir ömür sürüyor. En azından farkında olmak bile bence hepimiz için bir adım. İnsan alışkanlıklarıyla var olan bir varlık dolayısıyla arkadaş çevremiz yani kendi çemberimiz, bizim gibi düşünen insanlar… Çok konuşuyoruz başkaları hakkında, dedikodu yapıyoruz tanımadığımız halde ama biliyormuş gibi konuşuyoruz. Mevlana’yı okuyunca, Mesnevi’yi okuyunca görüyorsun ki hayatın bir sistemi var. Bir dağ gibidir diyor hayat; dağda nasıl konuşurken sesinin yankısı sana dönerse, ettiğin her kötü laf, ağzından çıkan her dedikodu, bilmeden söylediğin her suçlama bir şekilde hayat tarafından geri geliyor. Birtakım evrensel öğretiler var, bunların farkında olmak önemli. Bence idrak çok güzel bir kelime, biraz üzerine düşünmek gerek, ne demek idrak etmek?
Yazarken daha kasvetli ortamlardan hoşlandığınızı, biraz içinize kapanabildiğinizi, tamamen hayal dünyasında yaşayabiliyor olduğunuzu söylüyorsunuz. İki tane de ufak çocuğunuz var. Çocuk, doğası itibariyle neşeli ama siz orada kasvetli bir ruh halindesiniz, sizin evde bu dengeler nasıl yürüyor?
Benim için en zor dengelerden biri, hakikaten çok karmaşık. Bunun sırrını çözdüğümü hiç iddia edemem, öğreniyorum. Annelik babalık hep öğrenmek üzerine kurulu bence. Benim için en büyük dönüşümlerden biri buydu, belki de o yüzden “Siyah Süt”te anlattığım, yaklaşık 10 ay süren bir depresyon yaşadım, dengeleyemedim, o kadar alışmışım ki kendi başına buyruk yaşamaya, eline minik bir bavul alıp oradan oraya gitmeye, kafama göre hareket etmeye. Daha yerleşik, daha düzenli, daha neşeli, daha evcimen hayata geçişte çok zorlandım. Ama sonra şunu öğrendim; siyah beyaz gibi illa da ayrılması gerekmiyor bu iki dünyanın, arada geçişler var, ara tonlar var. Onu öğrendikten sonra, bir adım daha attıktan sonra “Aşk”ı yazabildim. Nasıl yazdım; mesela gündüzleri çocuklarla oynayıp, belli bir saatte uyuyup gece çalışarak yazdım. Gece onlar uyuduktan sonra kendi kasvetli halime dönebildim çünkü. Böyle böyle kendinize göre yöntemler geliştiriyorsunuz ama bence birçok kadın yazar bu ikilemi yaşıyor ve sadece kadın yazar değil aslında birçok kadın yaşıyor. Bankacı olabilir, akademiysen, fotoğraf sanatçısı olabilir, bence birçok profesyonel erkeğin yaşamadığı boyutta bir bölünmüşlük- ev hali, aile, kamusal alandaki imajı, bütün bunları nasıl dengelerim, bütün bu topları havada nasıl düşürmeden çeviririm diye birçok kadının yer yer ciddi çelişkiler yaşadığını düşünüyorum onun için sadece bana özgü de değil. Ama tabii yazarlıkta biraz daha derin oluyor çünkü bizimki bir meslek değil yani ben 5’ten 6’ya kadar yazarlık yapıp 6’dan sonra ceketimi çıkarır gibi çıkarmıyorum. Ben gece de yazıyorum, uyurken de, sabah kalktığımda da yazıyorum yani 24 saat bununla yaşıyorum o yüzden belki bizim için bu çelişki daha derin.
Sizi umutsuzluğa veya çaresizliğe sürükleyebilecek en kötü şey nedir, ölüm ve yazamamak dışında? (hemen o ikisini çekiyorum!)
Evet çekiyorsunuz! Yaşadığımız dünya zor bir dünya, ciddi dengesizliklerin, adaletsizliklerin, eşitsizliklerin olduğu bir dünya. Birçok şey moralimizi bozabilir ve bence bozmalı da, yani o kadar tozpembe bakmayı da ben çok doğru bulmuyorum. Ama moral bozmayı da doğru bulmuyorum. Bence insanın orada bir denge kurması gerekiyor. En basitinden dünyada olup biteni takip ettiğinizde eğer onu sadece ekrandaki bir haberden ibaret olarak algılamıyorsak, insanı görüyorsak o haberin içindeki, Pakistan’daki bir felaket de Türkiye’nin herhangi bir yerinde yaşanan bir acı da bence insanın içine bıçak gibi oturuyor.
Sizin kişisel hayatınızda peki sizi yıkabilecek şey nedir?
(Derin bir nefes alıyor) bilemem… Yani birçok şeyde ben o kadar rahat düşen, sonra tekrar dizi kanayan sonra tekrar kalkan, yola devam eden bir insanım ki… Anlatabiliyor muyum, benim dizlerim kollarım her tarafım yara bere dolu. İnsan olmak öyle değil mi? Onun için yıkan tek bir şeye odaklanmak yerine bence zaten hayat düşmek ve kalkmak üzerine kurulu. Düşüyoruz, hatta hiç beklemediğimiz yerlerde ayağımız kayıyor ve düşüyoruz. Epey bir içerliyoruz, dizimiz kanıyor sonra oturuyoruz kedi gibi kendi yaralarımızı yalıyoruz, sarıyoruz tekrar yola devam ediyoruz. Bütün bir ömür bence böyle bir sarmal üzerine kurulu, onun için tek bir hadise yok.
Fobileriniz var mı?
Fobim çok var, ben çok obsesif bir insanım o yüzden çalışıyorum üzerinde. Bazılarını değiştirebildim bazılarını değiştiremedim. Daralırım mesela, güneşi sevmem, deniz kenarında tatillerde çok sakin ve huzurlu bir yerse, sessizse, çok güneş varsa filan bana bazen şey gelir… çökerim. Ciddi çökerim, vallahi. Tatillerde çok mutsuz olabilen bir insanım ben. Sessizliği sevmiyorum mesela, sessizlikte hayatta yazamam, böyle sessiz bir kütüphaneye veya çok düzenli bir ortama koyun, inanılmaz bir sıkıntı geliyor üstüme.
Karmaşayı sevme durumu var galiba…
Karmaşa olsun, kaos olsun, sesler olsun, tabii ki pozitif enerji olsun etrafta. Bence çok önemli ya pozitif enerji, insanların etrafına enerji yaydığını düşünüyorum onun için daha enerjisi pozitif olan insanlarla arkadaşlık etmek filan da bana iyi gelen şeyler.
Fırında yazma olayı nedir peki?
Fırın öyle bir şey mesela… Fırının enerjisi çok güzel çünkü hamurun enerjisi çok güzel bence. Hamurun çok duru bir enerjisi var bence. Özellikle buğday…
Biraz boş bakmış olmalıyım ki bu anda, dalıp gittiği noktadan bana dönüp “vallahi!!” diyerek kendini doğrulama ihtiyacı duydu. Ve kahkahalar arasında devam etti;
Yemin ediyorum! Tarladan gelen buğdayı, unu, dönüşümü, geçirdiği aşamaları düşünün… Hiç izlediniz mi ekmek yapan bir insanın akıttığı enerjiyi, orada çok sakin bir şey var. Biri yanımda pide yapsın, ben oturup seyredeyim. Orada insanla tabiatın çok güzel bir dansı var bence: insan orada tabiatı yok etmeye çalışmıyor, gene tabiattan faydalanıyor ama onunla beraber yaşıyor. Onların enerjisini seviyorum, bence iyi geliyor insana.
Tasavvuftan, iyi bir insan olmaktan bahsediyoruz, zaten konuşmalarınızda da belli oluyor; tarafsız olma, açık bir gözle değerlendirme vesaire gibi şeyler… Elif Şafak’ın yok mudur hiç böyle karanlık tarafları? Kıskançtır, çekemiyordur, arada sırada dedikodu yapıyordur, nefret ettiği şeyler vardır…
Olmaz olur mu, çok var ama nefret yoğun bir kelime. Bence kimseye hayrı olan bir kelime değil nefret. Ama şunu soruyorsanız sizin kızdığınız olmuyor mu, kıskandığınız olmuyor mu, tabii oluyor. Ben roman karakteri yaratırken de, insanı okurken de, kendime bakarken de böyle düşünürüm: bence kimse mutlak iyi değil, kimse mutlak kötü değil. En kötü gibi görünen insanın içinde bile iyilik var ve en iyi gibi görünenimizin içinde muhakkak ki fesat var.
Elif Şafak’ın fesatı ne?
Tabii ki var, olmaz mı, insanım. Ama nedir ayıran bizi birbirimizden ve nedir önümüzdeki imtihan: bence derece. Yani içinizde yüzde iki fesat olmasıyla yüzde doksan sekiz fesat olması arasında ciddi bir fark var. Ben kendi yüzdemi bilemem, insan kendini objektif olarak tartamaz. Ama ben şuna çalışıyorum: içimdeki fesat, kıskançlık oranı neyse onu düşürmeye çalışıyorum. Yüzde sıfıra indiremem çünkü insanım ama mümkün olduğunca düşürmekle yükümlü olduğumuzu inanıyorum.
Hiçbir insana bilerek ve isteyerek kötülük yaptınız mı?
Ben de insanım, hata yaptığım zamanlar oldu olmaz mı? Mesela ettiğim bir laftan dolayı üzüldüğüm oluyor ama öğrenmişsem dersimi, yapmıyorum bir daha çünkü insan hatalarıyla öğreniyor. Onun için aslında hatalar kıymetli şeyler, öğrenelim diye varlar. Ama şunu gördüm, öğreniyorum daha doğrusu; hakikaten kem söz kötü bir şey. Ben başka yazarlar hakkında kötü laf etmiyorum, etmemeye özen gösteriyorum. Bunu sadece size söyleşi verirken değil kendi özel hayatımda da özen gösteriyorum çünkü bunun bir faydası yok. Ne ona, ne bana ne de kültüre bir faydası yok. Biz birbirimizin aleyhine konuşarak – Anadolu’da bir laf vardır “çemkirmek” diye – çemkirerek kendimize de bir hayırda bulunmuyoruz ama en kötüsü sürekli birbirimizin enerjisini dibe çekiyoruz. Ben bunun hepimize zarar verdiğini düşünüyorum. Mesela yaptığınız işteki bir yer hoşuma gitmediyse tabii ki eleştiririm ama bunu öyle bir şekilde yapmalıyım ki sizi teşvik etmeli o eleştiri, sizin moralinizi bozmamalı. Biz bunların hepsini birbirine karıştırıyoruz. Bizde eleştiri biraz hakarete varıyor. Eleştiri bir sanattır, bir inceliktir, bir nüans işidir. Böyle kaba, küt küt küt yapılan bir şey değildir. Bu hayatın çok temel bir ilkesi; kendinize nasıl yaklaşılmasını istiyorsanız başkalarına da öyle yaklaşacaksınız.
Güzel bir kadınsınız, ancak okuduklarım bunu hep arka plana atmaya çalıştığınız yönünde. Neden? Saklamak niye?
Ya saklamak değil… Bir kere güzellik çok görece bir şey. Teşekkür ederim, siz güzel görüyorsunuz, bir başkası çirkin görüyor, hakikaten bunlar çok değişken şeyler.
Siz kendinizi güzel görüyor musunuz?
Benin kendime bakışım ruh halime göre çok değişir, ama bu biraz da içteki enerjiyle ilgili bir şey. Hakikaten bu sadece saç rengi, burnunun şekliyle ilgili bir şey değil. Ben enerjiye çok inanırım, benim ruh halimle çok ilgili bir şey. Lafı çok dolandırmak istemiyorum; bence beyniyle var olmak isteyen, beyniyle üretmek isteyen birçok kadın zaman zaman bu çelişkiyi yaşıyor. Akademisyen olabilir, gazeteci olabilir veya daha çok erkeklerin olduğu bir dünyada çalışan bir mühendis kadın olabilir, ister istemez biz kabuklanıyoruz. Kabuklanmaktan kastım ne, gidip böyle çiçekli böcekli, pembeli şifonlu elbiseler giymiyoruz da ona göre daha koyu renkler, siyahlar, griler, kahverengiler, pantolonlar tercih ediyoruz.
Güzel kadın aptaldır algısından dolayı mı?
Yok, güzel kadın aptaldır diye bir şey yok. Kadın olduğunuzda bir de genç olduğunuzda bence iki kat mücadele etmemiz gerekiyor saygı görmek için. Bu toplumda bu böyle, erkek egemen bir toplum. Yazı dünyası, erkek egemen bir dünya.
Yaş ilerledikçe biraz da açılıp saçılabilir misiniz yani o zaman, daha da güzel fotoğraflar alabiliriz böylece… J
E tabii yaş ilerledikçe rahatlayacağız! Çünkü hakikaten Türkiye’de, yaşlı kadına saygı duyulur ve ona belli bir bilgelik atfedilir. Anneannelere, ninelere… Geleneksel toplumda da bu böyle, erkek egemen toplumda da bu böyle. Ama gençliğe biz saygı duymayız. Gençliğin de bilebileceğine inanmayız, hâlbuki çok genç bir toplumuz. Bence bu aşmamız gereken bir önyargı. Bir de kadın özellikle de belli kurallara uymuyorsa, ne bileyim işte sarışınsa, şöyleyse, böyleyse, yani kafamızda var bütün bu görüntüler, o zaman biraz daha zor dinliyoruz. Şimdi roman çok zihinsel bir iş addediliyor. Entelektüel, aklı ve mantığı çıkararak yapılan bir iş addediliyor. Biz aklı ve mantığı kime atfediyoruz? Daha çok erkeklere, ve belli bir yaşın üzerindeki erkeklere. Eğer belli bir yaşın üzerindeki bir erkekseniz, roman yazmanız imaj olarak da daha doğal geliyor. Ama diyelim ki daha genç bir kadın, 20’lerinde, saçları da kıvır kıvır, atıyorum şimdi birini hayal edelim beraber, o kadının yaşayacağı daha çok zorluk var saygı görmek anlamında. Bence bunu siz de kendi alanınızda yaşıyorsunuz, ben de yaşıyorum. Bunlar soyut şeyler, kimse yazılı kurallar olarak yazmamış dolayısıyla anlatması zor anlamayana, ama ben birçok kadının ne dediğimi anladığına inanıyorum.
Anneanneniz aynaların üstünü kapatıyormuş ya siz küçükken, onun etkisi olabilir mi bunda?
Yok, sanmıyorum. Belki… Bir de ben çok yalnız büyüdüm, hayal dünyasına dönük bir şekilde, kitaplarla, yazarak, yolculuk yaparak. Tabii ki her kadın gibi ben de arzu ederim; eşime güzel görünmek isterim, sevdiğim insana güzel görünmek isterim, bunlar çok normal şeyler, onu hiç yadırgamıyorum ama ben başka bir şeyden söz ediyorum; kamusal alandaki bir algıdan söz ediyorum ve bence hakikaten birçok kadın bunu yaşıyor. Gençlik ve kadınlık yan yana geldiğinde biraz zorlaşıyor işler.
İngiltere’ye gidiyorsunuz yeni kitabınızı yazmak için. Kitap kafanızda hazır mı, yoksa gidip orada mı ilham alacaksınız? Konusu belli mi?
Konusundan konuşmak için biraz erken, bir de ben çok sevmiyorum böyle… yani bilmiyorum çünkü ben de. Şundan bile emin değilim; ben mi seçiyorum konuları, konular mı geliyor beni buluyor? O kadar mistik bir şey ki aslında, yüzlerce konu var, niye onu yazıyoruz? O konu hayatın akışı içinde geliyor. Ben yazarken çoğu zaman ne yazdığımı bilmiyorum, hikâyeye dair bir hissim var tabii ki, bir tat var, bazen bir renk var, bazen sadece bir görüntü var. Sonra ben onun içine giriyorum, onu kovalamaya başlıyorum, o karakterler kendilerini yaratıyorlar. Mesela Araf’ta Gail diye bir kadın karakter var, ben o kadını bilmiyordum yazana kadar. Yani bu bir akış, ben çok kontrolümde olduğuna inanmıyorum.
Yazarlıkla delilik arasında sınırın kalınlığı ne o zaman?
Çok ince bir sınır çünkü özellikle yazarken yaptığınız işin gerçek olduğunu – gerçek demeyeyim ama canlandırabilmeniz lazım. E nasıl canlandıracağım? İnanmam lazım. Fazla inanırsam bu sefer hakikatle hayal arasındaki çizgi giderek erimeye başlıyor. Çok delilik var orda, çoğulluk var.
Hiç bundan korktuğunuz oluyor mu?
Oluyor tabi, deliliğin insanı korkutan tarafı var. Bir de deliliğin insana zarar veren yanı var, sarmal o. Belki kulağa hoş geliyor da şöyle bakınca, ama delilikte ciddi riskler var çünkü nerede duracağınızı bilemezsiniz. Yani delinin kendi ivmesi vardır, onun için tabii ki ürküttüğü olur ama başka şeyler dengeler insanı hayatta. Ayın karanlık yüzü var, aydınlık yüzü var. Başka toplumsal roller dengeler. Roman çok yalnız yapılan bir iş, uzun süreli yalnızlık gerektiriyor, onun için romancıların başka işler yapmasını çok sağlıklı buluyorum. Gidip marangozluk yapmak, pasta yapmayı öğrenmek yani biraz çıkmak kabuğunun dışına.
Sizin yaptığınız şeyler ne peki?
Ben çok meraklı bir insanım, iyi yaptığım pek bir şey yok ama mesela iyi bir müzik dinleyicisiyim kendimce. Sevdiğim şeyle ilgilenirim, öğrenirim, araştırırım. Ben öğrenci damarımı hiç kaybetmedim. Öğrenebilmek için de biraz romancı olduğumuzu unutmamız lazım. Yani “ben”i unutmam lazım ki karşımdakinden çok şey öğrenebileceğimi anlayayım. Anlatabiliyor muyum?
Anladım, anladım…
Kahkahalar atarak “çok soyut bir söyleşi oldu bu” diyor. Ama ben şu müzik meselesine takılıp kalıyorum, neler dinlediğini merak ediyorum. Birçok soruda olduğu gibi yine somut bir cevap vermeden tanımlar ve kavramlar etrafında dolanarak ne dinlediğini anlatıyor. “Eklektik” diyor, “mistik şeyler de dinlerim ama çok sert müzikler de dinliyorum” diyor. Aralara “mesela?”lar sıkıştırıyorum ama ağzından bir türlü bir isim çıkmıyor! Sonunda “isim alayım, isim!” deyince muzipçe gülümsüyor.
Mesela Araf’ta Ömer’in dinlediği müzikler var, onlar hakikaten roman boyunca yazarken dinlediğim müzikler ve genelde endüstriyel metal, post punk, 1970’lerdeki punk gruplar falan. Ne bileyim işte Nine Inch Nails, Pearl Jam filan dinledik. Baba ve Piç’i yazarken Johnny Cash çok dinledim, aslında ipuçları var. Leonard Cohen severim, başka bir damar, şarkı sözlerini çok severim. Tori Amos severim. Biraz ruh halime göre değişiyor.
Bir de şarkı sözü yazıyorsunuz değil mi? Ne alaka?
Teoman’ın son albümünde bir şarkı yaptık beraber, ben yazdım o besteledi. Bir iki bir şey daha var mutfakta şimdi. Çok seviyorum, yeni gelişen bir şey aslında benim için, annelikle beraber gelişti. Çünkü anneliğin şöyle bir pratiği oldu: şimdi mesela çocuklar öğlen uykusuna yatmışlar, arada bir saat boş vaktiniz var. Yeniden romana dönmek için yeterli bir süre değil ama o süre içinde yine yazmak istiyorum. Yazıyla ne üretebilirim? Şarkı sözü üretebilirim! Böyle böyle ortaya çıkmaya başladı. Gerçekten de anne olunca farklı yazım türleriyle tanışan kadınlar var, romancılıktan kısa öykücülüğe geçen kadın yazarlar var. Vakitsizlikten veya vakti yeniden tanımlamak zorunda kaldıklarından. Böyle bir şey oldu ama çok keyif alıyorum. Seviyorum farklı sanat dallarının buluşmasıyla ortaya çıkan enerjiyi seviyorum, bunun için o tür sentezlere açığım.