SADE OLMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ – DERİN SARIYER
Bir zamanların Atelye Derin’i şimdi Derin Design adıyla uluslararası platformlarda adından söz ettiriyor, başında ise babasından aldığı bayrağı başarıyla taşıyan iç mimar ve tasarımcı Derin Sarıyer var. Sakin konuşması zaman zaman kısa ve heyecanlı çıkışlarla renkleniyor. Tıpkı genelinde sade görünen tasarımlarındaki küçük ve muzip dokunuşların ummadığınız bir noktadan size göz kırpması gibi.
Dışarıdan bakınca sadeliğin içinde bir anda yok oluverecek gibi duran bu genç adam kafasında varoluşçularla hiçliği sorgularken, mizahçılarla sağ gösterip sol vuruyor, The Beatles tınıları eşliğinde renklerle flört ediyor. Unutmadan, bir de tasarımlarıyla Avrupa’yı fethediyor…
Babanın bu işin içinde olması, halihazırda senin adını taşıyan bir atölye kurmuş olması senin meslek seçimini etkiledi mi? Bir gönül borcun olduğunu, veya seçme şansın olmadığını hissettiğin için mi sen de bu işe başladın?
Ben hiçbir zaman çok idealist bir yapıda olmadım, o yüzden olayları akışına bırakmam daha kolay oldu. Zorunlu hissetmedim ama çocukluğumda tasarım ürünler zaten evde olduğu için o şekilde büyüdüm ve biraz da kendiliğinden gelişti. Ama bir hedefe kilitlenince iyi konsantre olabiliyorum ve okul seçimi geldiği zaman “en doğrusu bu herhalde” diye düşündüm açıkçası. 8 yaşında ne olmak istediğini bilen çocuklar gibi değildim, bu bende yavaş yavaş yükselerek gelişti. En yüksek noktası da şu an aslında, öyle bir evrim süreci geçirdim ben. Zaten etkilenmemem mümkün değildi.
Belki babanın gizli bir yönlendirmesi vardır?
Ha, öyle gizli bir plansa olabilir çünkü firmanın adı Derin, ben ondan sonra doğdum.
Ben bir yerde dünyanın en iyi 100 tasarımcısı arasında olduğunu okudum…
Yok o yanlış enformasyon olmuş. O Aziz Sarıyer, Terence Conran’ın Designers on Design kitabında 100 tasarımcı seçildi dünyada 4-5 sene önce, kitapta seçilen tek Türk oydu. Konunun uzmanı olmayan bazı yayınlarda böyle karışıklık oluyor bazen.
Ama yine de başarılı bir tasarımcısın değil mi?
Tabii tabii! Hiç bir sorunum yok o konuda, benim de birçok ürünüm Milano Fuarı’nın veya o senenin en iyi ürünü seçildi.
Bu işin içinde büyüdün ama hazır bir yapının içine gelmen seni birkaç adım önde başlatmıştır. Bunun senin başarındaki payı nedir?
Çok yüksek. Yüzeydeki başarım konusundaki katkısı tartışılamaz fakat psikolojik olarak, içeride dengeyi sağlam tutmak konusunda da bence önemli bir sorumluluk. Önemli olan sizin böyle bir konuda gerçekten de istekli olup olmadığınız, sonuçta üzerinize bir ceket giyersiniz, ne yapacağınızı bilemezsiniz. Üniversitedeyken, Aziz Sarıyer’in oğlu olduğum için hocaların daha farklı şeyler yapmam yönünde beklentisi vardı. Bunun avantajları ve dezavantajları tartışmaya açık. Ama sonuçta son iki senedir işleri devraldım, Derin’i ben yönetiyorum.
Babanla karşılaştırılma, onun gölgesinde kalma ya da sürekli babanla anılma gibi durumlar sözkonusu oluyor mu sürekli?
Oluyor.
Bundan sıkılmıyor musun? Derin Sarıyer yazan her yerde mutlaka Aziz Sarıyer de yazıyor…
Hiç sıkılmıyorum. Ben kendimi mesleğimle tanımlayan, kendimi mesleğimle var eden bir insan değilim, bilmiyorum bunu söylemek iyi mi kötü mü… İnsanlarda benlik önemlidir, egodan kurtulmak diye bir şey sözkonusu değil zaten ama ben hayatı belirli bir hiçlik üzerinden tanımlıyorum, bunu becerebilip de aynı zamanda dünyevi ortama da uyum sağlayabiliyorsanız, o hiçlik bilinciyle beraber, o zaman bahsettiğimiz bu tip yanılsamalardan, ortamlardan kopabiliyorsunuz. Ben bunu kendiliğimden hep yapabildim. Kişisel olarak hiç rahatsız etmiyor hatta ne güzel diye düşünüyorum. Benim mizacım böyle, kendi içimde bir sistem oturtmuş durumdayım, o yüzden onun hep avantajını gördüm.
Babayla çalışmak zor mu?
Zor, ama biz onunla ilgili fırtınalı dönemi atlattık, her baba-oğulun yaşaması gereken bir şey bence ama taşlar artık yerine oturdu. Bir de aramızdaki yaş farkı az, ben 38’im o 60, artık yani pek fark yok bence. O yüzden artık kişiliğimi ispat ettim mi gibi şeylerle kafam meşgul değil. Ancak birisi sorduğu zaman “öyle bir derdim olması gerekirdi değil mi” diye aklıma geliyor.
Başka bir insanı rahatsız olabilir, ego biraz daha öne çıkar “tamam babam başlattı ama sonuçta ben de başarılıyım” diye…
Şu da bir ego bence: olaya tam diğer açıdan bakıp, aklını bununla doldurmayıp, kendiyle bütünleşmiş, rahatlamış olmak da belki başka bir başarı. Elle Decor’un genel yayın yönetmeni Ebru Kılıç son sayıda güzel anlatmış: “hem birbirlerine verdikleri enerji çok iyi, hem de apayrılar, sanki Cumartesi ile Pazar gibi”. İkisi de haftasonudur ama verdikleri sinyal apayrıdır ya. O daha güzel anlatmış tabii ama bunun gibi bir şey.
Biraz da Derin Design’ın tasarımlarından bahsedelim. Ürünler genel olarak baktığımda çok sade, tek renk veya en fazla iki renk kullanılmış. Bir yerde de tasarım mottom “rasyonel sadelik” demişsin. Biraz açabilir misin?
Demişimdir hatta bu seneki koleksiyonumuzun konseptini “Playful Rationality – Oyuncu Rasyonellik” olarak belirledik. Sadeliği biraz daha oyunlu işlere götürdük. Rasyonellik ile kastımız ne – yaptığımız her çizginin gerçekten bir karşılığı var, belirli bir fonksiyon için yapılıyor ama bunun kendi içindeki geometrisi tamamen serbest. Bir üslup, biçim veya tavır sistemine dahil değil. İşin içine içgüdülerimizi kattık ve bunu yaparken biraz insanı gülümsetebilen, “bu nasıl birleşiyormuş böyle, bu açıdan bakınca incecik gibi ama buradan baktığımda bütün kalınlığını görüyorum” dedirten o oyuncu yaklaşımı da işin içine soktuk.
Tasarımlar o kadar sade ki! Nasıl farklılaşıyorsunuz, nasıl bir adım öne çıkıyorsunuz?
“O kadar sade ki” çok iyi bir terim. Şöyle diyoruz: “öyle bir hale getirelim ki, içinden tek bir unsuru çıkardığımızda bütün sistem yıkılsın”. O noktaya, o sadeliğe doğru bir şekilde getirebilmek, karmaşık fakat belirli referansları olmayan işleri yapmaktan daha zor.
Tasarımlara dışarıdan bir gözle bakınca “utanmasam ben de aynısını çizebilirmişim” hissine kapılıyorum ama bir yandan da dünya kadar tasarımcı var piyasada farklı olmaya çalışan, değişik öğeler katıp karmaşık olmaya çalışanları da var. Nasıl oluyor da bu kadar sade kalarak bu kadar öne çıkıyorsunuz. Tek renk, tek form kullanıyorsunuz, insanlar hemen anlıyorlar mı bu “playful” noktasını?
O bahsettiğiniz noktanın iyice ucuna gidersem Jasper Morrison isminde bir İngiliz tasarımcı var, son iki senedir “Super Normal” adıyla yeni bir konsept tasarlamaya başladı ve onun esprisi şu: ürüne baktığımızda, bırakın “bunu ben de yapabilirim” demeyi, “bu zaten vardı, bunun belirli bir tasarımcısı da olmamalı, anonim bir çalışmadır” dedirten ürünler yapıyor. Bir mağazada gördüğümde “bunu ben mi yapmıştım” diyeceğim kadar sıradanlaşsın istiyorum diyor, tabi kendi yenilikçi çizgisini katarak yapıyor bunu.
Bizim yaptığımız şeyin alacağı onayın noktası uluslararası, evrenseldir, biz de o yüzden hiç burada fuara katılmadan 4-5 kere yurtdışına gittik, onayı oradan almak için.
Niye öyle? Türkiye bu konuda otorite olmadığı için mi?
Evet, noktalar belli: Milano, Köln, Londra, New York, belki Paris gibi noktalar. Orada aldığımız onaylar “Derin’de bir durum var”ı tetikledi.
Ama ürünlerin alıcısı kim, yurtdışı ağırlıklı mı ki?
%25 yurtdışı, %75 burası.
Avrupa’ya bir özenme durumu mu var ki satın alanlarda?
O kadar şey duruma sokmayalım burayı!!! Şöyle düşünelim; modernitenin merkezi Avrupa. Ayağımızdaki ayakkabının veya üzerimdeki kotun üreticisi burada olsa da bunlar Batı kökenli tasarımlar ve biz buna uyum sağladık. Merkez noktaları da kolay kolay değişmiyor ve sıcak nokta hala orası. Şu anda evrensel gelişmişlik kriterlerini belirleyen, doğru ya da yanlıştır demiyorum, Avrupa olduğunu görüyoruz, Amerika bir yandan başka bir kulvarda gidiyor. Biz de kendimizi otantik yaklaşımda bulunan insanlar değil, dünyayı temsil eden işler yapabilen kişiler olarak görüyoruz. İlk çıktığımızda “Türkiye’den biraz daha hoş dokular, dekoratif şeyler bekliyorduk” diyenler çıktı. Üç senede ikna olur hale geldiler, istikrarı, devamlılığı ve tutarlılığı gördükçe. İkna olduklarında ise verdikleri tepki çok olumlu oldu, normal bir İtalyan firmaya vereceklerinden daha büyük bir kredi verdiler. Böyle bir onay alınınca, uluslararası dergiler bizden bahsedince, insanlar bizim ürünlerimizi alıp galerilerinde sergilemeye başlayınca 2002-2003 yılında, bu bir haber değeri taşıdı. Türkiye’den bir moda tasarımcının önemli bir moda haftasında karşılık görmesi burada büyük bir haber oluyor ama Stella McCartney’in Türkiye’de beğenilmesi İngiltere’de büyük haber olmuyor, şimdi bu bir gerçek olarak duruyor önümüzde! Bunu bir özentilik olarak değil, şu anki dönemin bir gerçeği olarak görmek daha doğru bence.
Bu seneki konsept Playful Rationality dedin, bu kadar sade olan tasarımları her sene çeşitlendirmek ve farklılaştırmak zor olmuyor mu?
Biz normalde bugüne kadar hiç bir koleksiyonumuza başlık katmadık, bu sene katmamızın sebebi, Milano’da ürünlerimizi sergilediğimiz alan Temporary Museum for New Design diye bir yer ve orada Tom Dixon’dan Moooi’ye, Flos’a Foscarini’ye kadar önemli markalar var. Bu sene bir sergi başlığı istendi, aslında bize çok uygun değil, biz bir şeye isim koyarak anlamlandırmak istemeyiz, o kendini bir şekilde anlatıyorsa anlatsın deriz. Koymak zorunda kalınca genel olarak bizi anlatan bir isim koymak istedik. Ürünlere gelince, o sadelikte ürünler çıkarmak gitgide zorlaşıyor, evet, ancak teknik olarak önceden beceremediğimiz ama artık becerebildiğimiz işler oluyor.
Kendini tekrarlamak gibi bir risk olmuyor mu?
Sonuçta her zaman bir risk var. O zaten bir doğum sancısı gibi, 2011 beni şimdiden düşündürüyor. Öyle bir endişe olmasa zaten bu iş yapılamaz, düşünsene her şey planlı, 5 sene sonra ne yapacağını biliyorsun! Dünya değişiyor, o planladıkların çöpe gidiyor.
Twitter’da arkadaşların dışında takip ettiklerini iki ana başlık altında toplamak mümkün: büyük düşünürler ve mizahçılar. Playful Rationality – bir bağlantı var gibi duruyor, sade ama anlamlı tasarımlarda mizah dolu bir dokunuş filan…?
Evet, ama kendime havalı bir kimlik edineyim diye yaptığım bir şey değil o!
Bu noktada önündeki kağıdın üzerine uzunca bir tarih çizgisi çektikten sonra Schopenhauer’dan Nietzche’ye, Marquis de Sade’dan Camus, Sartre ve Cioran’a isimler karalayarak uzun uzun onlardan, varoluşçuluk akımından nasıl etkilendiğini anlatıyor. “Bunlar hiçlik duygusunu avuçlarında nerdeyse bir an olsun tutabilmiş yazarlar” diyerek hayatta en çok heyecanlandığı şeyin bu kitapları okumak olduğunu söylüyor.
Piyasada bir dolu tasarımcı, iç mimar var. Aradan sıyrılmak için ne gibi özellikler gerekiyor?
Konuyla ilgili teknik bilginizin olması gerekiyor, tarihçeyi bilmeniz, resmin bütününü görebilme konusunda yeteneğinizin olması lazım. Tasarım yapıyorsanız ve bunu insanlarla paylaşacaksanız bunun belirli bir sistemi var dünyada kabul görmüş – bu sistemin dışına çıkacaksanız da yine de bilmeniz gerekiyor ki neyin dışına çıkacağınızı bilin – kimlerle görüşeceğinizi, nasıl ilerleyeceğinizi bir de kendi kimliğinizi, yaptığınız işi bilmeniz gerekiyor. Bu, x kişinin tasarımı dedirtebilmek çok önemli. Son 2-3 senede tasarım enflasyonu oluştu, plastic molding denen olayla, o sebeple konuya daha ince bir noktadan yaklaşmalı.
Sen çizimlerini bilgisayarda mı yapıyorsun yoksa elle mi?
Ben fikir bazında geliştiriyorum, eskizleri yapıyorum sonra da arkadaşlarıma veriyorum, onlar da geliştiriyorlar.
Sıkı bir rock dinleyicisi olduğunu duydum.
Benim şöyle bir avantajım oldu, müzikle çok ilgilendim ben, her zaman arkadaşlarımı köşeye sıkıştırma tezi olarak kullandım.
Nasıl yani?
Ben The Beatles hayranıydım, hala Beatles ansiklopedilerim doludur evde, onlarla ilgili her ayrıntıyı ezberlerdim, en küçük bağlantılara kadar girdim. 1987 yılında, tatil için 1 ay Nice’e gitmiştim, sıkı bir Pink Floyd dinleyicisi değildim ben ama bir arkadaşım beni aldı konserlerine götürdü. 14-15 yaşındaydım ve gittiğim ilk konserdi. O ilk konser stadta, Pink Floyd olduğu zaman U2 mu geliyor boşver, onun üzerine çıkabilecek tek kart The Beatles, onlar da 1965’te filan konserleri bıraktılar zaten çığlıklardan dolayı devam edemedikleri için. Günlük hayatta sürekli müzik dinliyorum tabii, içinde gitar sound’u olanları seviyorum.
En sevdiğin müzisyenler?
Dün Muse dinliyordum. Editors, Fransız grup Phoenix, onların sempatik tarzı hoşuma gidiyor. İşin biraz daha pop yönüne kayarsak Coldplay. Interpol, Joy Division’un sanki güncel hali gibi. Herkes cheesy buluyor ama ben Cranberries’i de seviyorum, Temmuz’da geliyorlarmış o beni daha da çok heyecanlandırıyor. Mesela Cranberries beni U2’dan daha çok heyecanlandırıyor. Sakin’i çok seviyorum, Türkiye’den en sevdiğim grup Sakin, ikinci albümlerini çok merak ediyorum. Bence 2010-2020 arasına damgasını vuracak grup Sakin’dir, tartışmasız.
3 kelimeyle Derin Sarıyer?
Normal, sakin ve varoluşçu.
3 kelimeyle Derin Design?
Rasyonel, oyuncu ve tutarlı.
Yaşadığın yerin en sevdiğin köşesi?
Kitap odam. Kitaplara, gazetelere gömüldüğüm anları çok seviyorum.
En sevdiğin tasarımın?
En sonuncusu. (son koleksiyonda koyu-acık mavili bir koltuk var- resimlere bakmanız gerekiyor – ismini bilmiyorum)
Tasarımcı olmasaydın ne olurdun?
Bir grupta gitarist olurdum.
En sevdiğin Türk/yabancı tasarımcı?
Yabancı: Konstantin Grcic
Türk: Aziz Sarıyer / Arif Özden
46 dergisi için belki söylemek istediğin bir şeyler vardır?
Ben dergiyi çok sevdim, çok okunası bir dergi. Fotoğraflar da çok kışkırtıcı. Hocam, ikisi birleşince patlama etkisi yaratıyor, o çok güzel. J