MADALYONUN ÖTEKİ YÜZÜ – DEMET AKBAĞ
Kafayı taktım, bu kadın neden bu kadar seviliyor, neden bir tane olumsuz yorum yok hakkında? Her şeyin bu kadar mükemmel olması mümkün mü? Açık açık sordum, bu imajı benimle birlikte o da sorguladı; komedi oyunculuğundan, bir oyuncudaki özgüven eksikliğine, kendi güzelliğiyle barışmasından kocasıyla tanışma hikayesine varana anlattı bol bol. Aşkı anlatırken gözlerinin farklı ışıldadığına tanık olduğum Demet Akbağ’ın biraz olsun çevirmeye çalıştığım madalyonunun öteki yüzünü yazının devamında keşfedin…
Biraz araştırdım, sizin hep kariyerinizle ilgili röportajlar var, özel hayatınızla ilgili pek bir şey yok.
Yok, evet. Olmaz benim genellikle. Karabatak gibi bir iş yaptığım zaman ortaya çıkarım, yoksa evde salata yaparııım, sebze pişiririiiim, makarna yaparıııım, oğluma bakarıııım. Onun dışında iş olunca ortaya çıkarım!
Dışarıdan bakıldığında isteyebileceği her şeyi elde etmiş bir kadına benziyorsunuz; kariyer anlamında olsun, aile hayatında mutluluğu yakalamak olsun…
Evet, sıkıcıyım o konuda biraz.
Estafurullah! Peki siz vardığınız bu noktada “çok şükür” deyip yetinen biri misiniz yoksa kendine hep yeni hedefler koyan hırslı biri?
İlk söylediğiniz, yani çok hırslı biri değilim. Bir kere baştan itibaren şanslı hissediyorum kendimi ki ben çocukluğumdan beri, kendimi bildim bileli hayal ettiğim bir işi yapıyorum. İnsanın hayal ettiği bir şeyi, yaşam biçimi olarak seçtiği, sevdiği bir şeyi – iş demiyorum buna – meslek haline getirmesi ve bundan para kazanması müthiş bir ödül. Ben son derece zevk alarak bu işi yapıyorum, kendimi mutlu ediyorum, bir de üstüne para kazanıyorum. Bu hakikaten önemli bir şans insan için, ben bunu elde ettim. Ve bu kendi çabalarımla oldu; hırsımla olmadı ama gerçekten çok istedim, bu konuda amatörce ve duygusal davrandım ve merdivenlerin basamaklarını ikişer üçer değil de birer birer çıktım. Sanırım beni bulunduğum yerde tutan şey biraz da bu yavaş ilerleyiş oldu. Bizim dönemimizde de işler öyle değildi zaten; şimdiki gibi “bir dizi yaptım, meşhur oldum” durumu yoktu. Ben her şeyden önce tiyatrocuyum, mesleki kariyerimin başını ve büyük bir çoğunluğunu tiyatro kapsar. Televizyonla da henüz iki kanallı olduğu yıllarda tanıştım ben, “İkinci Kanal, İkinci Gece” adlı bir programla. TRT2 yeni kurulmuştu, şu anda genç arkadaşlarımıza tuhaf gelebilir ama sadece iki kanal vardı, yani haber okusanız ertesi gün ünlüydünüz zaten. Televizyona çıkan insan olmak çok mühim bir şeydi o dönemler. Üstelik Pazar günleri yayınlanan bir diziyle tanındım, kuşak programı içinde bir mini dizi vardı yarım saatlik. Yani benim ilk televizyonla tanışmam 1987 yılına dayanır, çoğunuzun doğum tarihinden bile önce!
E demek ki bayağı genç gösteriyorum!… Şu anda hayalini kurduğunuz noktadasınız diyebilir miyiz peki?
Vallahi bu işlerde aslında hiçbir şeyin aslında hayalini çok fazla kuramıyorsun, böyle bir şey olmuyor. Yani ben şurada olacağım, böyle olacağım, bilmem kaç tane film yapacağım, şu oyunları oynayacağım… Bunlar böyle ardı arkasına geliyor ve bir bakıyorsun ki, sonuçta pişman olmadığın işlerin içinde olmak mutlu ediyor insanı. Hem kariyer yapmak, hem inandığın şeylerden ödün vermeden para kazanıyor olabilmek çok önemli bir şey. Ve her şeyden önemlisi – ben bunu söylerim sık sık – insanların, sevenlerin, seyircinin gözünde hep belli bir çizgide durabilmek. Yani adın ve soyadın söylendiğinde insanların aklına bir meslek gelmesi çok önemli bir şey. Benim adımı ve soyadımı duyduklarında, oyuncu derler, tiyatrocu derler, bir meslek gelir akla. Bunu başarmış olabilmek beni çok mutlu ediyor. Hayaller sonsuz, daha çok şey oynamak isterdim, daha çok filmim olsun isterdim, benim 9 tane filmim var. Bakıldığında çok gibi gelebilir insanlara, tahmin edemeyebilirler ama öyle çünkü hep tiyatro oldu hayatımda, okuldan mezun olduğum yıllardan beri. Hatta mezun olmadan önce başlamıştım amatör olarak. Sinema, tiyatrocuların biraz daha geç tanıştığı bir alan çünkü tiyatro turnelerle ağırlıklı geçtiği için biz pek çok projeyi reddetmek zorunda kalırdık, zamanımız olmadığından. Bir de genelde ilkbahar, yaz ve sonbaharda çekilir ya filmler, biz o yaz aylarında hep turnelerde olurduk. O yüzden ben sinemayla daha geç tanıştım. Bir de daha karakter oyuncusu olarak bilirler beni, yani “güzel kızımız / yakışıklı delikanlımız” rolleri teklif edilmedi bana, edilmezdi de doğal olarak.
İçinizde ukde kalan bir nokta mı bu?
Yok, hayır değil; edilmezdi derken niye edilmedi diye söylemiyorum, ben kendimi bilen biriyim yani aynaya baktığımda görebiliyorum o durumu. “Sinemamızın güzel oyuncusu” tabir edilen oyunculardan olmadığım için bana teklif edilen rollerde doğal olarak – o zamanlar için söylüyorum bunu, daha çok “jönümüzle güzel kızımız” filmleriydi ya – bizim gibi tiyatrocular çok akla gelen isimler değildi. Ama daha sonra çok farklı projeler yapıldı, sadece star oyuncunun güzelliğiyle alakalı olmayan başka senaryolar, başka hayatlar, başka tip kadınlar gündeme gelince o zaman biraz daha tiyatroculara iş düştü sinemada, komedide özellikle. 1990’ların sonuna denk geliyor benim sinemayla tanışmam; ben de o dönem komedi filmlerinde karakter oyunculuğu isteyen, bir filmin içinde olmazsa olmaz, filmi taşıyan ama kendi içinde başka hikayesi olan kadın rolleri oynadım.
Mizaç olarak sakin bir yapınız mı var yoksa siz de varoluşuyla kavga içinde olanlardan mısınız?
Kavgalı bir tipim, çok sakin biri değilimdir; sorgularım, kendime kızarım, hayatta en çok da kendime kızarım! Kendimle didişirim, “keşke yapmasaydım, şöyle mi yapsaydım” gibi… Aslında bu işin en baştan seçiliyor olması da yaralı bir karakter mi gerektiriyor acaba diye düşünüyorum… Yani bir şeyleri ispat edebilme, sevilme içgüdüsü…
Delilik?
Evet, aynen öyle! Yani insanlar beni sevsinler, benim yeteneğimi alkışlasınlar, ben kendimi var olarak bir ispat edeyim… aslında bu özgüven eksikliğinden kaynaklanıyor bence. Yani çok tuzu kuru insanların yapacağı bir iş değil bu bence. Bir durum var mutlaka bu işi seçmeye sebep olan, ama bunu bizim dönemimizle alakalı olarak söylemek istiyorum. Şimdiki gibi “güzel bir kızım, bir de televizyon dizisi olursa şöhret olurum” dönemi değildi bizim dönemimiz. O yüzden bence öyle bir “kendiyle barışık olmama hali” var yani oyuncu denen… hayvanda diyeceğim! Çünkü hayvani bir içgüdüdür oyunculuk, ben öyle görürüm. Oyuncu denen hayvanda var öyle bir şey yani! Böyle bir kendiyle mücadele, bir savaş, bir kendi yeteneğini teşhir etme, farklı karakterler olma. Kendiyle mutsuz, başka karakterlerin içinde iyi hissediyor kendini! Bende bu da var. O yüzden ben kendime yaslayarak oynadığım rollerde daha zorlanırım da, bambaşka biri olduğumda o sanki benim daha kolay halledebileceğim bir işmiş gibi gelir. Tamamen bir başkası olduğunda, severim başka başka kimliklerin içine girmeyi.
“Türkiye’de önüme getirildi de ben mi oynamadım?” dediğiniz, bir türlü Türkiye’de gerçekleştirilip de önünüze getirilmemiş ama yapmak istediğiniz projeler var mı?
Şahane bir müzikal oynamak isterdim ama her şeyiyle! Yani dansıyla, canlı müziğiyle, müthiş bir görsel şovuyla; çünkü ben dans etmeyi ve şarkı söylemeyi çok seviyorum ama oyuncu olarak. Sadece oyuncu olarak. O yüzden gerçekten görkemli ve sadece ulusal değil de daha evrensel bir müzikalde oynamak isterdim.
Türkiye’de şu ana kadar yapılan filmler arasında “ah şu rolü ben de oynamak isterdim” dediğiniz bir rol var mı?
Benim çok sevdiğim filmlerden biridir mesela… Bunu da hiçbir yerde söylememiştim galiba… Benim ilk gençlik yıllarımdan hatırladığım ve beni etkileyen filmlerden “Ah Belinda”, Atıf Yılmaz’ın. Müjde Ar da çok başarıyla oynamıştı ama o zamanki halimle, Demet olarak seyredip “ay ne güzel bir rol, ben de oynamak isterdim” demişimdir. Güzel bir filmdir.
Forumlara girdim çıktım, röportajları okudum, sizin hakkınızda bir tane olumsuz bir şey bulsam kafamı yaracaktım. Herkes size ayılıp bayılıyor…
Evet yani! Acaba bu kadar sevilmek, kimliksiz bir durum mu bilemiyorum yani! Bunu bana daha önce de söylediler bir televizyon programında: “bir tane şey aradık, bulamadık, ne kadar seviliyorsun!” deyip gıcık olarak sordular.
Yani Allah için sadece iki tane şey buldum; bir tanesi afiş meselesi, diğeri de botoks meselesi.
İkisiyle de hiçbir problemim yok!
Açıkçası sorma ihtiyacı bile duymadım zaten ama dediğim gibi; dışarıdan bakınca çok iyi bir oyuncu, iyi bir anne, iyi bir eş, mutlu bir kadın… Yok mu arızalı bir nokta? Her şey bu kadar mükemmel olamaz! Yok mu sizin de kusurlarınız?
Arıza mı? Var var… Ama insan kendinden yanadır. Ben kendimi iyi olarak anlatmayı da sevmiyorum, kötülüğe gelince de, ne bileyim… Hani vardır ya nefret ederim: “en kabullenemediğim, en kötü tarafım iyimserliğim” falan… Nefret ediyorum böyle bir şeyden, niye yani iyimser olmak kötü bir şey mi, asla değil. Neden öyle görünüyorum bilmiyorum; çok özgüveni yerinde hatta ürkülecek, korkulacak biri gibi duruyorum. Bence bütün bunlar bana mesleki kariyerimin getirdiği karizmatik haller. Ben öyle olduğumu düşünmüyorum: benim kararsızlıklarım vardır, arkadaşlarıma dostlarıma çok danışırım, o kadar özgüveni yerinde biri değilim ben. Daha çok şey yapmak, daha çok şey bilmek isterdim, daha çok kitap okumuş olmak isterdim, şakır şakır Fransızca konuşmak isterdim. Ne bileyim, yani benim keşke’lerim çok. Mesela çeviri yapabilecek kadar ya da o ülkenin insanı olabilecek kadar, bir dilde oyun oynamak isterdim. Benim kendimde beğenmediğim çok taraf var. Bir enstrümanı iyi çalabilmek isterdim, keşke öyle bir donanımla yetişseydim. Ha şimdi diyeceksin ki “mükemmeliyetine biraz daha mükemmeliyet ekle hadi!”. Hayır, öyle değil. Bir oyuncu bence fazla donanımlı olabilmeli. Artık dünyaya açılmaktan bahsediyorsak, bizim şu anda dünyaca ünlü diye tabir ettiğimiz birçok oyuncu öyle şans eseri oralara gelmemişler, çünkü orada alternatif çok daha fazla bizden, onlara oraya seçile seçile nerelerden geliyorlar. Bizim burada tanıdığımız, şöhretli bildiğimiz, tapındığımız, imza isteyeceğimiz bir oyuncu orada bir film için audition’a giriyor, seçilebilmek için. Oscar’a aday olmuş bir filmde oynamak için geldiği yol o kadar farklı ki, ve özellikleri öyle farklı ki o hale gelmiş oyuncular. Çok donanımlılar. Ama benim şansım şu oldu: ben her eğitim düzeyinden, her kesimden insanın ortak olarak beğenisi kazanmış işlerde oldum. Bu kolay değildir genellikle. Beni bir profesör de gelip alkışladı, bir öğrenci de, hayatında ilk defa tiyatroya gitmiş çırak bir çocuk da gelip alkışladı. Bu beni özel kılan şey ve belki de benim bu kadar sevilmemi sağlayan şey bu olabilir. Ne öyle halka ulaşmayan işler yaptım ne de tamamen estetik kaygılardan uzak, bomboş, kuru işler yaptım. Ben bu dengeyi kurabildim. Bence beni sevdiren şey de bu denge. Yani ben vatandaşımı biliyorum diye düşünüyorum, onlara nasıl ulaşabileceğimi. Hem tesadüfi olarak karşıma çıkan projeler böyle oldu hem de göstermek istediğim renklerimi doğru zamanda doğru şekilde gösterdim. “Aman canım bunu da birkaç kez oynadım, kimse bilmiyordur bu tipi, bir de şurada kullanayım” demedim hiç. Dikkat edecek olursanız – özellikle sinemada çünkü benim için çok önemli, orada tarih yazılıyor sonuçta – istedim ki hep birbirinden çok farklı roller oynayayım. Bugüne kadar öyle gitti. O yüzden tek tip olarak da kalmadım seyircinin gözünde. Kimisi Siti Ana’yı kucakladıysa diğeri Firuze’yi kucaklamıştır, öbürü Firuzan’ı, bir diğeri “O… Çocukları” filmindeki rolümü beğenmiştir. “Bir Demet Tiyatro” oynadık, “o işin omurgası Lütfiye’dir” dedim ben ama bir tarafta Feriştah’cılar oldu, bir tarafta Züleyha’cılar oldu; yani orada da uzun sürecek bir işin içinde tek tip olmak istemedim. Televizyon insana öyle bir şey yüklüyor çünkü ister istemez, artık ondan sonra oyunculuk olarak ne yapsan, “Lütfiye’nin yeni filmi gelmiş” oluyor. Yani bir tiplemem birine yakın geldiyse, bir diğeri de başkasına yakın gelmiştir. İkincisi, yalan söylemedim ben seyirciye.
Yalan derken mesela?
Olduğumun dışında biri gibi görünmedim. Efendim işte oyuncunun görevi düzgün bir özel hayattır falan… Ben ne istediysem, onu yaptım, nerede eğlenmek istediysem inan hiç kısıtlamadım kendimi bugüne kadar. Hiçbir oyuncu erkek arkadaşımla bir yere gidip de hakkımda yanlış bir yazı çıkar mı diye düşünmedim çünkü ben öyle olmadığını biliyorum. Biraz da yarası olan gocunur, ben onu orada bir amaç için yapmıyorum, gerçekten o arkadaşımla bir yerde yemek yemek istiyorum. Eğer benim kafamın bir yerinde “şu arkadaşımla gideyim de şurada iki kare görüntümü çekerler belki” fikri olmadığı için, seyirci benim bu safiyetime ve bu samimiyetime inandı. Seyirciyi bırak, magazinci arkadaşlar da inandılar. Onlar bildiler benim yanımdaki adamın, arkadaşım dediysem arkadaşım olduğunu.
Sizi takip etme durumları var mı peki?
Yoo, hiç olmadı, çünkü yalan söylemedim, yaşadığım gibi yaşadım. Ben de eğlenmeyi seviyorum, bir yerlerde kafaları çekelim, bundan da hoşlanıyorum. İnandırıcı olmayan hiçbir ilişki yaşamadım, gerçekten sevdiğim insanlarla beraber oldum, hayatımda tek bir insan da olmadı… Sevdiğim işi ve istediğim özel hayatı yaşadım, bunun içinde yalan olmadığı için de seyirci buna inandı. Gerçekten, ben de şu anda seninle birlikte arıyorum neden her kesimden bu kadar insan beni seviyor ve ben neden bu kadar mükemmel gözüküyorum diye… Hiç kimse mükemmel değildir, ben de olamam.
Her şeyden evvel insanları güldürüyorsunuz, bu da önemli bir etken olmalı…
Ona da geleceğim, güldürmek de ayrı bir şey. Seyirci hiçbir zaman beni sokakta gördüğünde yanındakine kısık sesle “bak gördün mü, gördün mü, Demet Akbağ geçiyor” demez. Bu yaşlı bir teyzeyse “ah canım benim, ne seviyoruz seni” diye yanağımı sıkar, küçük bir çocuksa “Demet Abla” der, genç bir hanımsa “çok takdir ediyoruz sizi” der. Yani gülümsetmek de, o pozitiflik de önemli bir şey insanların sevgisini belli etmesinde.
Sizin Firuzan karakteriyle örtüşen, benzeşen yanlarınız var mı?
Vardır, her karakterle bir oyuncunun örtüşen yanları vardır. “Ben de olsam ben de böyle yapardım” anlamında söylemiyorum ama mutlaka karakter, oyuncunun içindeki bir şeyle birleşir, “Demet + Firuzan” olur. Ben kolay deşifre edebildiğimiz rollerde böyle bir şey olduğuna inanıyorum. Gözlem oyuncunun olmazsa olmazı zaten; elinde olmadan, insiyaki olarak gözlem yapar oyuncu. Ve sonunda bir gün bir rol gelir karşısına; aslında o biriktirdiği üç beş tane karakterin karışımıdır o. Ben öyle yaparım mesela çoğunlukla; ondan biraz alırım, bundan biraz alırım çünkü seyirciye çok sıkıştırılmış bir zamanda bir şey anlatacaksınız ve o sahneleri böyle çok içsel içsel harcayıp da seyirciye bir şey ifade etmeden oynayamazsınız bir rolü. Hemen bir örnek vereyim: “lan” günlük hayatta kullandığım bir kelime değil ama “napıcak seni komutan? Askere mi alacak Allah aşkına” derim, Eyvah Eyvah 2’de de ne demişim, “napıcak lan seni komutan? Askere mi alacak” demişim. Ben bunu bu doğallıkta söylerim. Zaten ben onu kendi doğallığımın içinde söylediğim için o benim başarıyla oynadığım bir karakter oluyor. Anlatabiliyorum değil mi?
Evet, merak etmeyin. Az önce deliliği çok kısaca geçtik; sizin içinizde ne kadar delilik var, içinizden çıkmasına ne kadar izin veriyorsunuz?
Aslında ben bu meslekle kendi içimde deliriyorum, onun dışında ben normal biriyim hatta sıkıcılık derecesinde normalim. Ben mesela bu mesleğin içinde oyuncu olmasaydım, öyle çok sıradışı, herkesin çok sevdiği, böyle akılda kalıcı biri olmazdım gibime geliyor. Küçükken çok utangaç bir çocuktum. Bu iş bana biraz özgüvenimi kazandırdı, o yüzden sahip çıkıyorum ve saygı duyuyorum belki. Ama özel hayatıma baktığın zaman o kadar deli değilim, otokontrolüm fazlasıyla yerindedir hatta bazen sıkıcılık derecesinde. Bir tek oynarken kendimi çok özgür bırakırım, hiç kasmam ben, orada bana bir şeyler oluyor.
İyi bir komedyenim mi yoksa iyi bir oyuncuyum mu dersiniz?
Ben oyuncuyum ama maalesef bizde ayrılıyor ya “komedyen misin, oyuncu musun” diye, komedyen zaten iyice kökenine gidersen oyuncu demek Fransızcada. Ben oyuncuyum ama şunu söylemek bana tuhaf geliyor: “aynı zamanda güldürebiliyorum da”. Hayır, oyuncuysan hepsini yapabileceksin, o ağlayan ve gülen maskı oraya boşuna koymamışlar. Onlar ikiz kardeş ve birbirlerinden ayrılmazlar, ikisini de iyi becerebiliyorsan oyuncusun ama şöyle de bir durum var: komedi filmleri çok fazla olan insanlar var, bir de daha çok tragedyayı tercih edenler var. Benim taklit yeteneğim, şive yapabilme kabiliyetim, iyi bir gözlemci olmam bana çok artılar kazandırdı. Bir komedi oyuncusunda olması gereken malzeme bende var ama ben konservatuarda “komedi” eğitimi görmedim, oyunculuk eğitimi gördüm. Ben rolümle arama kendi adımı ve soyadımı koymam. Eğer Demet çok ağır bir drama oynuyorsa, “aman ben komedyenim bu kadar da ağırını yapamam” demem. Okuduğumda ne anlıyorsam ben o karakterden, onu oynarım. Seyircinin tanıdığı Demet oynayacak diye okumam ben o rolü. O rol neyi gerektiriyorsa, ben onu yaparım.
Sizin bir tercihiniz söz konusu olabilir mi, özellikle komedi oynamak gibi?
Ben hepsini seviyorum ama genel olarak baktığın zaman güldürmenin hakikaten zor olduğunu düşünüyorum. Bunun bana büyük artıları olduğunu düşünüyorum çünkü onun reaksiyonu peşin. Alıyorsun yani karşılığını kahkaha olarak, ne yaptığını anlatıyor sana seyirci. Seyirciyle birlikte oluşturabiliyorsun bir komedi oyununu. Seyirci oynatıyor biraz da seni komedide. Ama insanlar ağlarken için için ağlıyorlar, gözyaşları süzülüyor ama hangi insan kahır bela gözyaşları içinde böğürerek ağlar ki bir oyunda? Onu duyamıyorsun. Seyircinin sesini dinlemek, nefesinin dinlemek diye bir şey vardır tabii, onu kabul ediyorum ama güldürmeyi çok seviyorum. Bazen de o kadar güzel karakterler, öyle sağlam metinler biliyorum ki, şunu da oynamak hoş olurdu dediğim çok oluyor. Gelirse de hiç hayır demem. Ama ben yine de o iki kardeşi el ele seviyorum, yani trajikomik üslubu çok seviyorum. Bunu da geçtiğimiz yıllar içinde benim oyunlarımı izleyen seyirciler gayet iyi bilirler çünkü bunu çok iyi becerebilen bir yazarla çalıştım çok uzun dönem.
Mehmet çekim yaparken çok ağır bir karaktere büründünüz, o tarz roller hoşunuza gidiyor o zaman…
Gidiyor. Gitmez mi. Hep söylerim, Glenn Close benim çok sevdiğim bir oyuncudur, Tehlikeli İlişkiler’deki rolüne hastayım, HASTAYIM! Bu kadar söyleyeyim. En son şehir tiyatrolarında izledim bu sezon, filmini 7 kere filan izledim zaten. Çok güzel bir final sahnesi vardır, makyajını siler, bitmiştir artık, tam anlamıyla ipliği pazara çıkmıştır, rezil olmuştur, hiç yüzünü buruşturmadan ağlar, gözyaşını ancak çok yakından bakınca görürsünüz.
Sizi böyle rollerde de görmek isteriz o halde.
İnan ben de böyle rolleri oynamayı çok seviyorum ve istiyorum. Bu arada bu fotoğraflar dişlerimin görünmediği, gülmediğim nadir fotoğraflardan biliyor musun?
Ve madem Aşk sayısını çıkartıyoruz… Gelelim esas konulara. Eşinizle nasıl tanıştınız?
İzmir’de.
Bir sessizlik giriyor araya. Devamı gelecek mi diye bekliyorum ama belli ki o devamı istemem gerekiyor!
Evet? Ve?
İzmir benim için aşk şehridir. Eşimle tanışma hikayem hani dersen ki öyle romantik midir? Hayır. Eşim beni ilk gördüğünde, Çeşme’de bir oyundan sonra hep birlikte gittiğimiz bir gece kulübündeydik. O sıralar Bir Demet Tiyatro çok gündemde, kendisi meğer hiç televizyon izlemez imiş, sadece ve sadece bizi seyredermiş, bizim diziyi ezbere bilirmiş bir de Eurosport seyredermiş. Aşırı derecede sportmen bir insandır. Görüntüsü şu anda bunu inkar ediyor ama (!) çok iyi bir sporcu ruhu vardır kendisinin. Otogargara’yı oynuyoruz biz o ara kalabalık bir grup halindeyiz, salondan içeri girince “aman Allah’ım rüya mı görüyorum” demiş? Şöyle söyleyeyim: çok güzel bakan, bana doğru bakan ve gülen bir çift göz gördüm uzaktan. Yakışıklı da! Hoşuma da gitti. Ama tabii işte ayıramıyorum ben, o Demet Akbağ’a mı bakıyor, bir kadın olarak mı bana bakıyor. Bir tanıyarak uzaktan bakıp “tebrik ediyoruz çok başarılısınız” bakışı da var ya! Ayırt edemiyorum ben, biri bana baktığında “ay bu adam bana niye bakıyor?” demiyorum onun için de! Ama ne amaçla baktığını da anlayamıyorsun baştan! Ay bakıyor da, bakıyor da oradan – karşımdaydı ve ben onu bir anda gözden kaybettim. Gitti herhalde dedim, bir baktım ensemde, ama benimle konuşmuyor! Arkadaşlarımdan biriyle, diziyi ne kadar beğendiğini anlatıyor; meğer o için için bana yanaşmaya çalışırmış. Ama önce bana değil, kaleyi içten fethetsin diye Yılmaz’a gidiyor söylüyor, beğenilerini ona sunuyor. Sonra çok akıllı, gecenin sonunda onlarla arkadaş oluyor, sonra gidilen çorbacıda hep birlikte oturuyoruz. İşte böyle tanıştık!
Ne zaman tanışıp ne zaman evlendiniz?
1996 senesinde tanıştık, üç yıl sonra evlendik.
Sizin için ilk bakışta aşk mıydı peki?
Ben ilk bakışta aşka inanmam. Ona ancak hoşlantı denebilir. Birinden hoşlanırsınız. O çok fiziksel bir şey yani, tabii ki fizyonomi bir insanı çeker. Yani hoşunuza giden bir çift göz, bir jest, bir mimik, bir bütünlük, kendinize yakıştırma… bazen öyle olur. Bazen de Cyrano de Bergerac usülü önce arkadaş olursunuz, önce dünya görüşü ve fikirleri sizi tutar, sonra o insan size çok karizmatik gelmeye başlar, fiziği hiç önemli değildir ve aşık olduğunuzu, onsuz olamayacağınızı hissedersiniz. Ama bana sorarsanız, önce gülüşünü sevdim, sonra baktım tanışınca da belagati sağlam, ağzı laf yapan sıkı biri. Ve mizah duygusu gelişmiş, bana saçma sapan fıkralar anlatıp ne kadar esprili olduğunu ispat etmeye çalışmadı, o yüzden de hoşuma gitti. Hatta zekice buldum tavırlarını. Zeki, esprili ve nerede durması gerektiğini bilen biriydi. Çok “cool”du, en gıcık hali de oydu, onu söylemek isterim. Yani nerdeyse bu ilişkinin mimari benim yani! Ben olmasam, kılını kıpırdatmayacaktı. Çünkü ne bir telefon numaramı istedi, ne başka bir şey…
Demet Akbağ’ın bunları anlatırken geçmişe dönmüşçesine nasıl isyanlarla anlattığını görseniz… Bu kadın bir harika! “Hayatım boyunca, mesela bir gece kulübüne gittiğimde hep bir yerde durup, dirseğimi dayayıp sadece önüme baktım” diye taklidini yapıyor kocasının!
Efendim, affedersin tam tabiriyle söyleyeceğim, “askıntı” adamlardan olmak hoşuna gitmezmiş. Sonra sonra söyledi bana bunu.
O hedefini seçmiş yani aslında çoktan, gelsin diye bekliyor!
Evet! Hoşlanmazmış. “O bakışıma gelen bana hiç gelmesin” mi demeye getiriyor, artık nedir onu bilemiyoruz tabii! Ama benim yüzümden oldu ne olduysa.
İyi de olmuş herhalde?
Oldu. İyi oldu ve onun sonunda dünyada, hayatta yaptığın en iyi şey nedir diye soracak olursan, oğlum Ali’dir.
Aşkı tarif etmenizi istesem çok mu klasik olacak?
Yani, tarif edilse zaten bugüne kadar, bir formülü olsa, biterdi. Bazen o kadar tuhaf, öyle yanlış insanlara aşık oluyoruz ya da aşık olduğunu sanıyor insan. Aslında onun adı heyecan belki sadece. Ama aşk, o kendini bilememe hali, başka hiçbir şeyi düşünememe, dünyada ne olursa olsun, etrafında hangi olumsuzluklar olursa olsun kendini sadece onu düşünürken yakalama, karın ağrısı, heyecan, hani dünyanın o düşündüğün kişi üzerine dönmesi “aşk” herhalde. O bir süre sonra karşındakini yavaş yavaş çözmeye başlayıp o da aşkını sana itiraf ettikten sonra tatlı bir sevgiye dönüşüyorsa ne ala. Dönüşemiyorsa orada kalıyor ve bitiyor. Ama aşk, bence tarifi mümkün olmayan bir heyecan fırtınası.
Aşk için neleri göze alabilirsiniz?
Biliyor musun bunu şimdi sorunca başka, 5 yıl önce sorsan başka, 10 yıl önce sorsan başka… Şimdi daha olgun bakıyorsun hayata, daha deneyimli oluyorsun yıllar içinde, çılgınlıkların azalıyor. Şimdi şu yaşımda birine aşık olsam hiç ileri gitmem, dururum orada köşede, hadi güle güle derim. Öyle dağları mağları delemem.
Yeni projelerinizi merak ediyorum.
Bir proje var ama biraz daha şekillensin istiyorum söylemek için, güzel bir tiyatro projesi önümüzdeki seneye. Şebnem Sönmez’le birlikte düşündüğümüz bir proje. Şebnem benim çok sevdiğim bir oyuncudur, sevdiğim bir arkadaşımdır. Şebnem Sönmez bu arada, bir kere daha söylemek isterim. Dönmez’i de severim. Şebnem’le çok karışır ya ismi, benim Demet Akalın’la karıştığı gibi… evet evet! Genelde vatandaştaki algı basında daha çok gördüğü insan üzerinden olduğu için, Demet dendiği zaman bir de soyadı A ile başlıyorsa, beni görünce “ahh Demet Akalın” diyorlar, aslında Demet Akbağ demek istiyorlar bunu biliyorum. Ama ağızlarından o çıkıyor, ben alıştım buna! Dediğim gibi Şebnem’le BKM’de yapacağımız bir oyun, Yılmaz da bize söz verdiği gibi gelir oyunu yönetirse – çünkü onun yönetmesi gereken bir oyun – onu oynamak istiyoruz önümüzdeki sezona. Bir de bir televizyon projesi var, o hakikaten netleşmedi, ama televizyon dizisi değil, bana ait bir program formatı.
Talkshow gibi mi?
Gibi… Her şey var içinde, biraz seyirciyle iç içe olacağım bir program.
Sabah şekeri şeklinde mi yoksa gece mi?
Akşam şekeri şeklinde J sabah değil akşam. Seyirci benle göz göze olmak istiyormuş, yapılan araştırmalar onu gösterdi. Onlara doğru temas ettiğimi ve onlarla iyi ilişkiler içinde olduğumu düşünüyorlar ve bu teklif bana çok uzun zamandır geliyor. Artık bu son gelen teklifte “her şeyi biz önünüze getireceğiz ve içinize sinerse kabul edin” dediler ben de şimdi projenin ayrıntılarını bekliyorum.