AŞK TESADÜFLERİ SEVER – öMER FARUK SORAK, İPEK SORAK, BELÇİM BİLGİN, MEHMET GÜNSUR
Ömer Faruk ve İpek Sorak, Mehmet Turgut’un ofisine geldiklerinde filmle ilgili birtakım noktaları tartışıyorlardı hala. Bir an için “yahu filmin sonunu mu öğrendik şimdi?” endişesine kapılsam da bu yaratıcı ve güzel ekiple bir buçuk saate yakın süren röportajdan sonra merakım giderek arttı. Ömer, “bizim yaptığımız işler içinde, daha iyisini yapana kadar en iyisi bu. Bu filmi ilk defa izleyecek seyircinin yerinde olmak için çok şeyi verirdim” diyecek kadar da iddialı bu aşk filmi hakkında. Bu arada, “Aşk Tesadüfleri Sever” için başka filmlerden çalmışlar diye iddiada bulunanlara da bir çift sözleri var.
“Aşk Tesadüfleri Sever” filminin ortaya çıkış hikayesi nedir?
Ömer Faruk Sorak: İpek (Sorak)’le annem, onları ziyaret ettiğimiz bir dönemde konuşurlarken, ikimizi de aynı doktorun doğurttuğunun ortaya çıkmasıyla başladı. Aramızda 12 yaş var. Bunun üzerine şunları konuşmaya başladık: “demek ki ben hastalanıp doktora gittiğimde belki de sen yeni doğmuştun ve kundakla çıkıyordun” gibi. Sonra Ankara İstanbul’a göre daha küçük bir yer olunca, belli noktaları var Ankara’nın insanların kesişme ihtimallerinin olduğu; “kim bilir Karamürsel’in önünde ben birilerini beklerken sen önümden mi geçtin ya da tersi mi oldu? Aynı sinemaya ben girerken sen mi çıkıyordun” gibi konuşmalarımız çoğalmaya başladı. Sonra kendi aramızda bunun şaşkınlığıyla yarattığımız tesadüf hikayeleri bir gün İpek tarafından 9 sayfalık bir sinopsis olarak önüme kondu, “bundan film olsa sence güzel olmaz mı?” diye. Yazdığı sinopsisi okudum hakikaten çok heyecan vericiydi. 20-25 sayfalık bir tretman olarak geliştirdiğinde, çok daha heyecan verici hale geldi. Yani iş artık bizim tesadüfümüze şaşırmaktan çıkıp, başka insanların kendi hayatlarındaki tesadüfleri de böyle bizim gibi oturup bu filmi izlediklerinde konuşabilecekleri bir film platformuna taşınmış oldu. Aşk filmi yapmayı hep istiyorduk. Türkiye’de romantik komedi adı altında yapılmış bir takım aşk filmleri var ama işin içinde komedisi olmadan, daha doğrusu adına romantik komedi demeden yapılmış bir aşk filmi, çok eski melodramları saymazsanız, yeni dönemde çok örneği yok.
Anlattıklarınız ne kadar zaman öncesine dayanıyor?
Ömer Faruk Sorak: Filmi çekmeden bir buçuk sene öncesi, yani Mayıs 2009. Bu sürede İpek ve senarist arkadaşımız Evren 12 tane senaryo yazdılar. “Bunun filmi yapılacak” kararı verildiği andan itibaren, çok şanslı olduğumuz bir şey bu, kafamızda oyuncuları da belirlemiştik; kadın oyuncuyu Belçim Erdoğan, erkeği de Mehmet Günsur oynarsa hem çok yakışırlar hem sadece filmi konuşturacak temelin daha sağlam kurulmasını sağlarlar. Çünkü haklarında çıkmış herhangi bir tevatür yok, popüler dünyanın içinde bir kirlenmişlikleri yok. Ama en önemlisi onlarda var olduğunu bildiğimiz oyunculuk performansıydı. Onlar işin içine dahil olunca, kendi gerçek hikayemizden yola çıktık ama fantastik bir yere gidiyor bu, biz bu fantastik hikayeyi olabildiğince gerçek, ayakları yere basan ve insanların hayatlarında birebir karşılıkları olan örneklere dayandırarak gidelim dedik. Belçim ve Mehmet’i de hayatlarında yaşanan gerçeklikleri filme katmak için deştik. Mesela Belçim’in 13 yaşında Ankara Sanat Tiyatrosu’nda oyuncu olmak için nasıl çocuk oyuncu kadrosu sınavına girdiğini, oyuncu olma güdüsünün onu nasıl Fransa’lara götürdüğünü gördük. Mehmet’in de serüveni benzeri bir şey olacağı için, iki oyuncu hikayesi olmasın dedik. Mehmet’in filmde oynadığı Özgür karakterini önce müzisyen olarak kodlamıştık ama müzisyen filmlerinin dünyadaki örneklerine baktığınızda star müzisyen yaparsanız onun zorlukları, kullanılacak müziklerin ağır telifleri ve onun prodüksiyonunun gerçekleşmesindeki zorlukları düşünerek onu fotoğrafçı yapalım dedik.
İpek Sorak: Ve Mehmet Turgut’tan ötürü fotoğrafçı yapmaya karar verdik.
Ömer Faruk Sorak: Gerçek hayattan da bir karşılığı var; önümüzde bir Ankaralı, Ankara’dan İstanbul’a gelme serüvenini yaşamış, babasının yanında bu işe başlamış ve şimdi bir fotoğraf sanatçısı. Ve şu anda Türkiye’nin en tanınan, bilinen ve en güzel işlerini yapan fotoğrafçısı haline gelme serüveni bizim hikayemiz içinde çok güzel şekillenir dedik. Ve bu sefer Mehmet Turgut’u da aldık hayatımıza.
İlham kaynaklarınızı saklama ihtiyacı duymuyorsunuz o halde…
Ömer Faruk Sorak: Hayır, hiçbir şekilde saklamıyoruz, hatta bununla övünüyoruz çünkü kendi kafanızda kurduğunuz gerçeklik halkla paylaştığınızda sizin gerçekliğinizle örtüşmeyebiliyor. Hikayenin içinde gerçekten var olan insanların da göreceği, inanacağı ve sahici diyeceği şeyleri bulabilmek için bu gerçekliğe yaslanmak zorundasınız.
İpek Sorak: Mehmet bizim arkadaşımız, onun hikayesini biliyorduk zaten, oradan çağrışım yaptık.
Buna bir “Ankaralılar prodüksiyonu” diyebilir miyiz o zaman?
Ömer Faruk Sorak: Aynen öyle! Tesadüfe bak Evren de Ankara’lı, yani biz bir senarist bulalım o da Ankaralı olsun diye yola çıkmadık. Sonra bir kayıt cihazıyla Mehmet Turgut’un kapısı aşınmaya başladı “anlat bakalım çocukluğunu, babanın yanında çıraklıktan bugüne kadar geçen serüvenini” şeklinde. Buradan aldığımız örnekler de hikayemizi şekillendirdi.
İpek Sorak: Birebir kullanmadık ama tabii ki.
Ömer Faruk Sorak: Zaten kullanamazdık çünkü bu hikayeyi, gerçek hikayelerden oluşan bu hikayeler dizinini, bir film formatına geçirirken tabii ki üstüne fantastik bir üst hikaye de kurmak zorundaydık. Dolayısıyla bu benim, Belçim’in, Mehmet’in, Mehmet Turgut’un ve İpek’in gerçek hikayelerinden alınmış ama üstüne fantastik bir krema da konmuş büyük bir iş haline dönüştü. Ama senaryomuzu değerlendirirken hep soru-cevap şeklinde gittik, şeytanın avukatlığını da yaptık, yani biri seyirci koltuğuna oturduğunda “hadi canım” diyeceği her şeyi seyirci adına senaryoya sorduk, veremediğimiz cevapları da senaryoda değişikliklere giderek, mantıklı hale getirerek defalarca düzelttik.
Filmin hikayesinde örnek verebileceğiniz ilginç bir tesadüf var mı?
Ömer Faruk Sorak: Oyuncular belirlenip, film için mekan araştırmalarını başlattığımız dönemde, “bu kadar tesadüf olur mu acaba?” endişesi olan arkadaşlara cevap niteliğinde bir tesadüf yaşadık. Filmde Belçim’in oynadığı Deniz karakterinin anne-babası çalıştığı için yazları yanında kaldığı dedesinin evi vardı, bir de doğup büyüdüğü ev vardı. Biz dedenin evini bulduk Ankara Gazi Mahallesi’nde. Doğduğu evi bulmak için de bir minibüse doluştuk, eski Ankaralı olmanın da verdiği bilgelikle bütün caddeleri, sokakları tek tek dolaştık.
İpek Sorak: Tabii şöyle de bir detayı da vermek gerekiyor ama: biz 33 seneyi anlatıyoruz, 1977’de başlayıp günümüzde bitiyor hikaye. Dönem filmi olduğu için Ankara’da değişmeyen sokak arıyoruz…
Ömer Faruk Sorak: 1980’li yıllardan beri değişmemiş ve çevresi de değişmemiş bir ev arıyoruz. Sonra şu aklıma geldi: Ankara’da Çankaya’ya bir sokak var, o sokakta da muhtemelen hiçbir şey bozulmamıştır çünkü Ankara’nın en eski ve en aristokratlarının oturduğu bilindik sokaklarından biri. Gittik o sokağa, bulduk, dedik ki “sokağımız budur, evimiz de budur” geri geldik. Okuma provaları sırasında da tam o sahne geldiğinde ben araya girdim, dedim ki “Belçim, bu arada senin doğduğun evi bulduk, And Sokak’ta”, elindeki senaryo düştü “inanmıyorum doğduğum sokak!” dedi. Apartmanı tarif ettik, “inanmıyorum, doğduğum ev!” dedi. Biz o kadar Ankara’yı hallaç pamuğu gibi atıp onun doğduğu sokağı ve doğduğu evi bulduk Deniz karakterinin doğduğu ev için. Biz bu tesadüfü yaşayınca “bu kadar da tesadüf olur mu?” sorusunun cevabı kendi içimizde verilmiş oldu, yani biz sağlamasını yaptık. Evet, bu kadar tesadüf oluyor.
Filmde Ayşe Arman’ın da olduğuna dair kopya aldım…
Özgür fotoğrafçı olunca, onun yarattığı bir ürünün de filmin içinde olması lazım. Bir sürü filme veya diziye baktığınızda adam işadamıdır ama o işadamı tırnak içinde her anlama gelir. Biz somut işler belirleyince bu işlerini icrasının da bu filmde görünmesini çok önemsedik, çünkü gerçeklik duygusunu artıran bir şeydi bu. Ayşe Arman’ın bu filmde olmasının sebebi de şu; bizim karakterimiz fotoğrafçıydı, babasının vefat ettikten sonra 40 yıldır çektiği fotoğraflarla onun anısına bir fotoğraf sergisi açıyordu. Bu çok ilgi çekici gelmişti bir dergiye, ki bu dergi 46 Dergisi oldu, onlar da hem bunu kapak konusu yapmışlardı, içinde bizim karakterimizin röportajı vardı (filmde röportajı Ayşe Arman gerçekleştiriyor) hem de fotoğrafçı olduğu için kapak fotoğrafını da ona sipariş etmişlerdi. Biz mesela Mehmet Turgut’un fotoğraflarını bizim karakterimiz Özgür’ün fotoğrafları olarak kullandık ama her kullandığımız fotoğrafın, filmin içindeki Özgür karakterinin her anıyla ilişkilendirilmiş karşılıkları var.
Mehmet’le birbirlerine çalışmışlar gibi bir eleştiriden korkuyor musunuz?
Ömer Faruk Sorak: E ne güzel! Keşke insanlar kavga edip itişmek, kakışmak yerine birbirini destekleyen ve aynı iş kolunda yan yana gelinip güç birliği yapıldığında daha iyi işler yapabilecekleri birliktelikleri bizim Mehmet’le kurduğumuz gibi kurabilseler.
İpek Sorak: Bu, herkesle olabilecek bir şey değil ki, bunu Mehmet bence kendisi başardı. Mehmet bizim arkadaşımız diye yapmadık ki bunu. Mehmet’in yaptığı işler bizi oraya sürükledi.
Ömer Faruk Sorak: Bizde meyve veren ağaç taşlanır derler ya, Mehmet de yaptığı işlerle kendi meslektaşları tarafından saçma sapan eleştirilere maruz kalıyor çok photoshop kullanıyor diye, e kullansın? Bir ressam da fırça kullanıyor. Sonuçta yaptığınız iş eğer sanatsa, sadece gördüğün anı fotoğraflamak yerine onun üzerine onu yeniden yorumlamak ve ona kreatif başka bir anlam katmak bir sanat eseridir.
Eveeet, ekşi sözlük’te film henüz gösterime girmemiş olsa da fragmanı izleyip Yann Samuel’in “Jeux d’enfants” filmine benziyor diyenler var… Cevap hakkınız doğdu sanırım.
Ömer Faruk Sorak: Ben buna ne diyorum biliyor musun? Sanal alem delikanlıları iş başında diyorum. Ben isterim ki benzeştirmeyi yapan arkadaşlar gerçek isimleriyle, gerçek kimlikleriyle ve en delikanlı halleriyle çıkıp karşımıza desinler ki “Allah sizi kahretsin, gitmiş canım filmden çalmışsınız, çırpmışsınız, koymuşsunuz” desin. Ama bunu da şöyle desin: biraz sabretsin, filmi seyretsin, kendinde fragmanı izlediğinde oluşan bu kanı eğer yerleşik bir kanı haline dönecekse de çıksın delikanlı gibi desin ki “arkadaşım, çalmışsın”. Bir nickname’in arkasında “ben buradan yazarım, o tarafta da dünyalar yıkılır ben de bu taraftan bakar gülerim, kimse de bunu kimin yaptığını bilmez” gibi seri katillerin kendini gizlemesi misali bu tür cinayetler işleme meraklısı bir sanal alem delikanlısı dünya var ki, bunlar çoğaldıkça mafya haline geldiler. O arkadaşlardan birkaçının zavallı teşebbüsü diyorum buna.
Peki bu kadar komedi ağırlıklı filmlerden sonra neden bir aşk filmi geldi?
Ömer Faruk Sorak: Aslında ben, komedi filmleri diye tanımladığımız kısımda hep projeye “dahil” oldum. Sınav filmi başka ama diğer komedi türleriyle anılan biri zaten değilim, çünkü onlar zaten bana ait işler değil, başka kafalardan üretilmiş işleri benim icra ettiğim işlerdi. Benim sinema anlayışımdan, mantığımdan bahsedilecekse belki bu filmden sonra ancak bahsedilebilecek.
İpek Sorak: Bu kadar aşk klibi çekmiş bir yönetmen olarak – ki her birinin bir kısa film gibi olduğunu düşünürsek – bence Ömer’in en iyi yapacağı film konsepti aşk filmi.
Siz karı-kocasınız ve birlikte çalışıyorsunuz; film aşkı öldürüyor mu? Aşk kısmı nasıl ilerliyor sizde?
Ömer Faruk Sorak: Zor tabii ama ben İpek’e hep şunu söylüyorum: “senin en sevdiğim ve en kızdığım özelliğin aynı ne yazık ki”. İçi dışı acayip bir, geçmişte var olan bir ilişki ya da dengeyi duygusal veya stratejik olarak bozup bir başka biçime getirebilir’i düşünmeden söylüyor. Bu özelliği hem çok hoşuma gidiyor, bazen de çok kızdırıyor. Sonuçta mademki ben onu bu haliyle seviyorum, ben onun “defekt” diye düşündüğüm kısmına katlanmak hatta bunu içime sindirmek ve bir daha bu konuda bir şey söylememem gerektiğini telkin ediyorum kendime. Zaman alıyor ama sonuçta başaracağız! Mesela bizi senaryo tartışmalarında görmeniz lazım. Uzaktan gören “bunlar 5 dakika sonra boşanırlar” diyorlar.
İpek Sorak: Ama bizim şöyle bir avantajımız var, en önemli şey ne biliyor musun? Bence bu karakterle alakalı: iki insan yani karı-koca bence aynı işte çalışabilirler, bunda hiiiç ama hiç bir sakınca yok hatta bazen eğlenceli bile olabilir. Biz Ömer’le karakter olarak bazı yönlerde çok benziyoruz. İkimiz de boğa burcuyuz ve inatçıyız! Biz mesela kavga ediyoruz ya, iki dakika sonra biz sanki o kavga hiç olmamış gibi hayatımıza devam edebiliyoruz. O kavgayı yok sayarak değil ama.
Ömer Faruk Sorak: Biz mesela tartıştığımıza şu hisse kapılabilirsin “Allah korusun, ya benim de kocam böyle olsaydı ya da iyi ki benim böyle bir karım yok” diyebileceğin noktalara geldiğimiz zamanlar oluyor. Ama ruh bedenden ayrılıp da bu işe yukarıdan baktığımda diyorum ki: hiçbir şey içinde biriktirmiyor, hiçbir şeyi içimde biriktirmiyorum. Ne varsa içimizde söylüyoruz, o söylenenden sonra da şunu bekliyoruz: bu tartışmanın finalinde kim daha çok haklı olduğunu düşünüyorsa o direniyor ve zaman içinde daha haksız olduğunu düşünen, bir şekilde gelip o tartışma boyutu içinde yaşanan tatsızlıkları telafi edici ilk hareketi muhakkak yapıyor. Böylece biz onu içimizde biriktirmeden devam edebiliyoruz.
İpek Sorak: O kavgalar gece yatağımıza yattığımız an hep bitti.
Ömer Faruk Sorak: Yatmadan önce bitti ki sevişebildik!… Ya, bizim maçlarımız hep gollü beraberlik… Bizim maçımızın galibi yok.
Aşkınızdan bahsedin ama bana!
İpek Sorak: İşte bu aşk kısmı!
Ömer Faruk Sorak: Ben bunu şöyle özetleyeyim mi: TRT’de ilk girdiğim yıllarda Uludağ’a bir çekim yapmak için gittik, kaldığımız otelin lobisinde çok sevdiğim bir mesai arkadaşımla oturduk bira içiyoruz, yanımıza 60-70 yaşlarında bir adamcağız geldi oturdu. Muhabbet ilerledi ve konu ilişkiler evlilik filan onlara geldi. Dedi ki: “Ben çok zengin bir ailenin hala yaptığı işlerle çok zengin bir adamıyım”. Bursa küçük olduğu için parası da olan adamlar eğlenmek için İstanbul’a gidiyor o zamanlar, paraları olduğu için de onlara meyledecek, aralarında bir sürü ünlünün bulunduğu kadın tayfasıyla birlikte oluyorlar. O gün özel birinden bahsetti ama isim vermeyeyim şimdi, “çok param var, param veya benim için bana acayip bakan, benimle birlikte olmak isteyen bir kadın var, kadın dünya güzeli bir kadın. Ulan ben bu kadına desem ki oda numaram bu, hemen çıkacağız. Ama bir an şunu düşünüyorum: ‘ulan değer mi gül gibi karına, senin için bu kadar ölen biten, seni bu kadar seven, hep hayatta iyiliğini düşünen ve aşkla gözünün içine bakan bir kadın dururken şu an, ertesi gün pişman olacağın bir şeyi yaşamaya değer mi deyip’ hep vazgeçerdim. Eğer hayatınızda böyle biri varsa hiçbir zaman, hiçbir şekilde aldatmazsınız sevdiğiniz insanı” demişti. Bizim aşkımız böyle bir şey. İpek benim hayatıma girdiği andan itibaren, ondan öncesi çok hızlı bir adam olarak söylüyorum, bir başka kadınla olabilmek, başkasına aşık olabilmek, günü birlik bir ilişki yaşamak gibi ihtimaller bu tür sorular sorulmadıkça hatırlamadığım bir hale geldi. Aklıma gelmiyor yani, umarım da gelmez.
İpek Sorak: Bu ihtimal insanların aklına gelmiyor diye bir şey yoktur, ben buna inanmıyorum da (gülüşmeler) şunu söyleyeceğim. Tabii ki böyle ihtimaller insanların aklına gelebilir, o an öyle bir an ki, o adamla birlikte olacaksın ama ertesi gün ne hissedeceksin? Değer mi? İnsan bence yalnız ölmemeli, birini bulduysan ve o hayatı beraber geçireceğine inanıyorsan bu değerli bir şey, yani bunu saklaman lazım.
Ömer Faruk Sorak: Babaannemin bir lafı vardır, ben çok severim: “kadının bir aklı dokuz nefsi, erkeğin dokuz aklı bir nefsi vardır. Kadın bir aklıyla dokuz nefsine hakim olur, erkek dokuz aklıyla bir nefsine hakim olamaz” derdi. Bir Türk erkeği olarak baktığımda da, babaannem kahinmiş diyeceğin bir laf. Ama ben şöyle bakıyorum: tahrik olmak denen şey var ya, kendi hayal dünyanda fanteziler geliştirmek, kimseyle paylaşmak zorunda olmadığın, olmadığın için de hiç öyle yokmuş gibi de rahat rahat davranabileceğin bir dünya o, sana özel bir dünya. Benim özetim şu: ben bu tür hayalleri İpek’le kuruyorum, bu çok değerli benim için. Beni hep İpek tahrik ediyor.
Belçim Erdoğan gözlerini kocaman açarak vaaaaay diye İpek’e dönüyor. İpek “yazma bunları!” derken Ömer “yaz, yaz!” diyor bir yandan.
Belçim Erdoğan: Herkesin aşk tanımı biraz da kendine ama Ömer’in tarif edişi o kadar şahane ki her seferinde bir kez daha hayran kalıyorum. Bir de bunu diyebilmen ve ifaden etmen…
Ömer Faruk Sorak: Ama bu yani… Hakikaten öyle, İpek’e söyledim mesela bunu: bazen şirkette bir yerden bir yere geçiyor, herhangi bir kadına “of anam kadına bak” derler ya, ben de “ulan ne acayip bir kadın lan bu” diye ona iç geçiriyorum!
İpek Sorak: Bizim Ömer’le bence en çok birbirimize uyuştuğumuz nokta, ten uyumu var aramızda. O her insanla olmaz ya, hiç tanımadığın bir insan yanına oturur ve kolu koluna değer ve tüylerin diken diken olur. Böyle bir şeyden bahsediyorum. Bence bir evlilikte bu çok önemli. Türkiye’de bence bu biraz zor, çünkü insanlar birbirlerini tanımadan, teni tenine değmeden evleniyorlar. O yüzden çok kaos bir durumda evlilikler.
Ve şimdi Belçim de aramıza katıldığına göre Belçim’e dönüyorum:
Filmlerde bir senaryo vardır, bir karakter oynaman istenir ama bu Deniz karakteri sana çok yakın bir karakter, hatta senden esinlenilmiş. Bu farklı proje ilk getirilip senin önünde konduğunda ne hissettin?
Belçim Erdoğan: Deniz karakteri özelinde söyleyeyim: en başından itibaren işin bir parçası oldum karakterle ilgili, daha sonra hatta üzerine konuşup nasıl olsun, ilk başta bambaşka bir mesleği vardı sonra meslek değişti başka şeyler konuldu, başka şeyler çıkarıldı. Bütün bu hikayede, bütün olaylara şahit olmak beni role yakınlaştırdı, yani artık çekimler başladığı zaman ben Deniz’i tanıyordum, Deniz benim yanımdaydı. Tabii ki çekimler devam ederken Deniz’e de dönüştüm ama ondan önce de Deniz çok yakındaydı, bu çok zor rastlanır bir şey. Ev tesadüfü de benim için çok sihirli bir şey ve hepsi birleşince, bu iş benim için hayatımda yaptığım en özel iş olacak galiba çünkü yeni doğum yapmıştım bir de hayatımdaki başka şeylerle de çakıştı zaman olarak ve film başladığı zaman zaten Deniz’i tanıyordum. İlk sahne başladığı zaman bir mesafe vardır ya rol ile oynayan kişi arasında, o mesafe ortadan kalkmıştı bile.
Senin hayatında tesadüflerin önemi ne kadar?
Belçim Erdoğan: Çok! Ben tesadüflerin bütün hayatı değiştirebilecek güce sahip çok sihirli dokunuşlar olduğuna inanıyorum, aşkın da tesadüfü sevdiğini, hayatın tesadüfü sevdiğini ve hatta bunlarla biçimlendiğini düşünüyorum. Yani o tesadüfler gelir ve o tesadüfleri nasıl değerlendirdiğindir belki de aslında gerçek olan. Bununla ilgili çok şey vardı hayatımda daha önceden de, hem aşka dair, hem hayatımda başka şeylerle ilgili. O yüzden tesadüfün çok önemli bir şey olduğunu düşünüyorum insan hayatında.
Son olarak; film müziği olarak aklım gayriihtiyarî Müslüm Gürses’in “Aşk Tesadüfleri Sever” şarkısına gidiyor, bir bağlantı var mı?
Olmaz mı? Var. Jenerik müziğimiz “Aşk Tesadüfleri Sever”. Mesela Bülent Ortaçgil’in “Eylül Akşamı” diye bir şarkısı var filmde. Sanki yıllar önce bu şarkıyı “ben bunu şimdi yapayım da ilerde bir filmde lazım olur” diye yapmış. Filmde öyle bir açığımızı kapatır sözleri var ki, bizim filmi izleyip “abi bu kadar tesadüf arka arkaya, ne saçmalamışlar yaa” diyenlere cevap veren bir şarkı yapmış ve demiş ki: “ey insanoğlu hayatta hiçbir şey için olmaz canım bu kadar da olur mu deme. Olur” diyen bir şarkı yapmış. Hep “olamaz mı? Olabilir” diye bitiyor.