AĞIR VAKA ROMEO – ALİ SUNAL
Bu sayfalarda gördüğünüz kasvetli, mağrur, buruk ve aşk dolu fotoğraflar çekilirken aslında stüdyoda bangır bangır hard rock çalıyordu. Ali Sunal dışarıdan genel olarak ciddi ve düşünceli görünse de Juliet’i canlandıran sevgilisi Gökçe Bahadır ile iki poz arasında deliler gibi dans edip her seferinde yeniden moda girebilen, röportaj sırasında da bol kahkaha üreten keyifli, doğal, biraz da “arıza” bir adam.
Kendine bir psikiyatrın gözünden bakacak olsan, hastanı nasıl tanımlardın?
Ben psikiyatra gittim bu arada, çok bi teşhis konulamadı, bir ilaçlar verildi ama ondan sonra vazgeçildi (kahkalarla gülüyor). Ne denebilir ki; içinde birkaç kişilik barındıran, mutluluğu da hüznü de çok yoğun yaşayan, öyle bir şey derdim herhalde. Depresif bir yanım var ama bunun yanında çok mutlu olan veya mutlu eden bir yanım da var. Mutlu etmekten, karşımdakini güldürmekten, karşımdakini tatmin etmekten hoşlanan bir yanım da var. Acı çekmek de hoşuma gidiyor ama; ondan beslendiğimi düşünüyorum, bu da yıkıcı bir şey ama o yorgunluğu da seviyorum galiba.
En çok nelerden korkarsın?
Ben yalnız kalmaktan çok korkarım. Şimdi mesela hepiniz buradan çıksanız ben bir duvarı kırıp çıkabilirim yani. Bir de karanlıktan çok korkarım. Ama siyah en sevdiğim renk. Artık siz düşünün, teşhisi siz koyun.
Ben güzel bir giriş yazısı yazarım artık!
Ağır vaka!
Kendini tanıyamadığın bir an yaşadın mı? Bunu yapan ben miyim dediğin?
Evet, evimde hala da duruyor ders alayım diye; evimde bir duvar vardı ve ben yumruk atıp kırdım. O duvarda benim yumruk izim var şu an. Babamın ölümünden sonraki bir dönemdi.
Sebep?
Sebep bir sinirlilik hali, hatta elimi de kırdım.
Kolay sinirlenen bir insan mısın?
Çabuk sinirlenirim çok çabuk geçer, sonra da hatırlamayabilirim neye sinirlendiğimi. Ama o 5-10 dakika idare etmek gerekiyor beni.
Uzaklaşmak gerekiyor yani…
Yok, uzaklaşırsan da ilgi isterim. Yani bir 5-10 dakika idare etmen şart!
Babandan söz açılmışken, kariyer anlamında ister istemez bir karşılaştırma yapılıyor, ya da en azından onun adı hep geçiyor. Ona olan sevgin bir yana, bundan sıkılmıyor musun?
Sıkılmak değil de çok uğraşıyorum ya, bir şeyler yapmaya çalışıyorum, kendimi ispat etmeye çalışıyorum. Yani “Ali Bilmemne” olsam belki de çoktan ispat etmiştim kendimi ama yok öyle “Kemal Sunal’ın oğlu, torpil yapalım” diye bir şey yokmuş. Herkes nasıl tırnaklarıyla bir şeyler yapmaya çalışıyorsa, biz de çok tırnak kırarak, kanatarak bir şeyler yapmaya çalışıyoruz.
İki kat fazla çaba göstermen gerekiyor mu?
Gerekiyor. “Babası şöyleydi, bakalım kendisi nasıl” gibi durumlar var. Öyle veya böyle değilim, ben bambaşka biriyim, bambaşka meziyetlerim olduğunu düşünüyorum. Ama o çok da büyük bir usta, çok saygı duyuyorum. Onun gibi olmak veya onun yerine olmak; ne ben yaparım ne de birine tavsiye ederim. Çok ağır bir yük.
Peki senin oyunculuk kariyerinde varmak istediğin en üst nokta nedir? Ama Oscar filan demeden, gerçekçi bir yaklaşımla.
Herkes ister tabii Oscar filan almak ama, daha somut, benim olmak istediğim nokta şu: bir erkek rolü varsa eğer “Ali oynayabilir” denmesi. Mesela gay mi, “Ali oynayabilir”, bir katil mi, “Ali oynar”, polis mi “oynar”, deli veya her neyse jön de olabilir, kötü adam da komik adam da olabilir bu. “Hepsini oynayabilir”i göstermek istiyorum ben. Yani bir erkek rolü varsa bana teklif edilebilmeli ve “Ali rahatlıkla altından kalkar” denilebilmeli. Bunu istiyorum, yani iyi bir oyuncu olmak istiyorum.
Oyunculuk hep yapmak istediğin bir şey miydi? İşletme okumuşsun…
İşletme modaydı o zaman, bütün sevdiğim arkadaşlarım işletme yazmıştı. Yoksa ben lisede mesela harita koluydum, bi giderdim 25 dakika sonra dönerdim “ancak buldum haritayı” diye. Oyuncu olmasam, işletme dünyasıyla ilgili ne yapardım gerçekten bilmiyorum. Ama babam bizi hiç yönlendirmediği için biz kendimiz tam yaşı gelince ne yapmamız gerektiğini kendimiz bulduk, kardeşim de ben de.
Kaç yaşında başladın oyunculuğa? Üniversiteden sonra mı?
İlk kez kameranın karşısına geçmemi saymazsak profesyonel olarak ilk “Propaganda”yı sayıyorum, 1998 yılıydı, yoksa 1995’te geçtim kamera karşısına. 15 sene olmuş. Propaganda da Sinan Çetin’in zoruyla oldu, o da bir ölçü benim için; baba desteği olmadan, babamın da sadece oyuncu olduğu bir işte rol almak hoştu benim için, değişik de bir roldü.
Üstesinden gelmek zorunda kaldığın en zor an neydi, babanın ölümü dışında…
Babamın ölümü dışında… O andan sonra kardeşimle gözgöze gelmekti herhalde. Bir de kendim. Üstesinden gelmek zorunda kaldığım. Orada bir-iki sene var. Birazcık da olsa geldim diye düşünüyorum artık.
Peki Ali Sunal’ın karanlık yönleri neler?
Gökçe Bahadır: Ali zaten çok açık bir adam, genelde ne varsa söylüyor, pek de saklamıyor çıktığı programlarda korktuğu veya çekindiği ne varsa. Ali’de bana en enteresan gelen: bir şeyi hiç görmediğini veya anlamadığını zannedersiniz bir ortamda, halbuki o ortamdaki herşeyin, ama herşeyin farkındadır. Bu nasıl bir şey bilmiyorum ama öyle bir yeteneği var, herşeyi görür, herşeyi hisseder ama asla çaktırmaz. Bence çok fazla duygularını da belli eden biri değil, bazen çok mutsuzken mutlu da görünebilir. Onu ancak tanıyınca gerçekten mutlu mu mutsuz mu anlayabilirsiniz.
Ali Sunal: Benim kendime göre karanlık yönüm: çok eleştirelim, çok çabuk moralimi bozabilirim, bir insan başına gelen bir şeye canı sıkılır ya, benim başıma gelmişse ne kadar canın sıkılabiliyorsa sıkarım kendimi öyle. Kapanırım yani, ciddi karamsarlık var bende.
Hemen toparlayabiliyor musun bari?
Toparlarım, unutuyorum galiba ya, o kadar çok karamsarlığa düşüyorum ki, benim için esnemek gibi bir şey! Bir de bende “sevmem” diye bir şey yok. Ya severim ya nefret ederim. Sevgimin dereceleri olabilir ama sevmediğim zaman nefret ederim.
Törpülemeye çalıştığın huyların var mı?
Var, değil mi? Bir sürü huyumu törpülemeye çalışıyorum ama o kadar çok ki! Bak mesela bir tanesi: çok sabırsızımdır, sabretmeye çalışıyorum. Beklemek, sabretmek, bunlar bende hiç yoktu. Şimdi onlar olmaya başladı. O nefreti; “sevmeme”, “hoşlanmama” şeklinde telaffuz etmeye çalışıyorum. Kendime çok acımasız eleştiriler yapmamaya çalışıyorum. Başka neye çalışıyorum ya? Çalışıyorum, uğraşıyorum! Çabuk sinirlenmemeye çalışıyorum. Empati kurmaya çalışıyorum, kurarım normalde de belli edene kadar sıkıntı olur. Daha anlayışlı, daha sabırlı, daha sıradan olmaya çalışıyorum.
En sık gördüğün kabus nedir?
Kendimi düşerken çok görürüm ve sıçrayarak uyanırım. Bir de şu vardır bende: mesela lavaboda yüzünü yıkarsın, arkan dönüktür, gözün kapalıdır ve arkanda bir sıkıntı vardır ya hani korku filmlerinde bıçaklı adam filan, ruh mu şeytan mı, neyse o!
Neydi o, hani aynaya bakarak ismini 5 defa söyleyince geliyordu?
Söyleme! Söyleme! (Koparak gülüyor)
Korku filmi hiç izleyemiyorsun o zaman?
Çok enteresan, malum sıkıntıyı yaşadıktan sonra kendimi korku filmlerine verdim ve 1970’lerden bu yana bütün korku filmlerini seyrettim babam öldükten sonra. Hayatta seyredemezdim ben, sabah veya öğlen vakti 70 kişi olalım, seyredemem. Sonrasını yaşayamıyorum çünkü, acayip korkarım. Ama babamın olayından sonra şunu farkettim: bir tek korku filminde kafamı dağıtabiliyorum ve korku filminin içine girip, konsantre olup, ondan çok korktuğum için başka bir şey düşünmüyorum. Bunu keşfettim. Şimdi çok ciddi bir korku filmi seyircisiyim ve hakikaten benimle korku filmine gitmek kadar keyifli bir şey de herhalde yoktur çünkü çok komik oluyorum. Ben şöyle bağırdığımı biliyorum sinema salonunda film oynarken: “ne işimiz var burada, niye geldik! Niye kendimize böyle bir eziyet yapıyoruz! Çıkalım buradan!”. Böyle yüksek sesle isyan ettiğim hatırlıyorum.
Hiç bilerek ve isteyerek birisine kötülük yaptın mı?
İntikam almışımdır. Ama kötülük yapmamışımdır.
Gökçe de ben de aynı anda birbirimize bakıp gülerek “Nasıl yani?” deyiverdik.
Ama olabilir bu! Hiç bana zararı dokunmayan birine kötülü yapmamışımdır ama bir şeyin intikamını muhakkak almışımdır. İntikamcıyım biraz evet, unutmam. İyiliği de unutmam, kötülüğü de unutmam.
Baban hayatta olsaydı eğer ona neler sormak isterdin? Sana hangi konularda yol göstermesini isterdin?
Gösterdiklerinden çok memnunum; iş ahlakı, iş disiplini, işine olan saygı ve sevgi, işi nerede tutacağını, aileyi nerede tutacağını, bunlarla ilgili çok şey gördüm babamdan. Ben kendi adıma değil de bütün oyuncu arkadaşlarım ve Türkiye’deki insanların ne kadarı faydalanabiliyorsa faydalansın isterdim. Onlar faydalanırken ben de faydalanırdım tabii! Mesela babam 27 sene sonra üniversiteye girdi bitirdi üzerine yüksek lisans yaptı, “bir kişiye bile örnek olsam, bu eğitimin ne kadar önemli olduğunu anlatabilsem benim için yeterlidir” derdi. Ben lisans ve üzerine yüksek lisans yaptım, benden başka biri çıkmadıysa eğer, o örnek alan kişi benim. Bazı şeyleri alabildim, çok mutluyum ama ben babamı kaybettiğimde kardeşim 16 yaşındaydı, o biraz daha vakit geçirsin isterdim. Onun için daha çok isterdim.
Babanın filmlerinden telif alamama meselesi var, neden alamıyorsunuz ve dava ne aşamada?
Evet. Sırf ben değil, hiçbir oyuncu telif alamıyor. Öyle bir yasa yok. Sonuçta yargıya intikal etmiş bir olay, çok konuşamıyorum, devamlı soruyorlar tabii önemli bir konu bu Türkiye için, bizim camiamız için. Biz hakkımızı bir şekilde arıyoruz, çözümler bulmaya uğraşıyoruz. Bu sadece bizim başımızda olan bir şey değil, Türkiye’de olmayan bir kanun, o yüzden kimse kanunsuz bir şey yapıp bizim hakkımızı yiyor gibi bir durum yok ama eksik olan bir şey bu, bir an önce tamamlanması gerekiyor.
Romeo ve Juliet’i canlandırdınız. Siz aşk konusunda ne kadar ileri gidebilirsiniz?
Gökçe Bahadır: bak hemen bana uzattı!
Ali Sunal: bak senin konuların, önce sen cevap ver, ben centilmenim!
GB: düşünüyorsun tabii bu arada!
AS: yok vallahi düşünmüyorum, daldım bir anda.
GB: ben de daldım, soruyu bir daha alabilir miyim?
Romeo ve Juliet birbirleri için öldüler ya, sen de ölür müsün diye soruyorum!
AS: ya en azından bir nabzına baksa, biraz bekleseydi yani, niye böyle yapmış ben anlamıyorum.
GB: hiç doğru bir hareket olmamış orada kendini öldürmesi Juliet’in.
AS: öldürmez kendini demek bak benim için!
GB: öyle lafları çok doğru bulmuyorum ben zaten! Ben aşk konusunda verici bir insanım, karşı taraftan güzel şeyler gördüğüm zaman her zaman onun 2-3 katını yapmak isterim, o anlamda duygularım çok yoğundur. Karşımdakini mutlu etme isteğim çok fazladır. Hatta kendimden çok daha mutlu eder karşımdakinin mutlu olduğunu görmek.
Biz kadınlar niye böyleyiz yahu?
GB: Böyleyiz gerçekten, sürpriz yapmaktan hoşlanırım, o insanın yüzünün güldüğünü görmekten çok mutlu olurum…
AS: Genelde böylesin yani…
GB: (kahkahalarla) Ne alakası var? Genelde böyleyim diye bir şey yok, şu an senden bahsediyoruz zaten. Kızların geneli böyle anlamında söyledim. Yapamayacağım şey yok gibi gelir gözüme, o anlamda biraz gözü karayımdır.
AS: ben de mutlu etmeyi çok severim, ilgilenmeyi, onunla uğraşmayı, onun için bir şeyler yapmayı ama bir kısmım da var ki bir şeyleri de kendime bırakırım, kendi içimde yaşarım. Ve ondan da çok keyif alırım, mesela o yokken bazı şeyleri kurup, o gün ne hissettiğimi düşünüp gözlerim dolarak “ya biz ne kadar güzel bir şey yaşıyoruz ya” diyerek telefon açabilirim yani. Bunu söylemem bile belki. Ben de çok yoğun yaşarım, yaşatmaya da çalışırım ama mutlaka kendime de birşeyler saklarım ve kendi içimde de onu yaşarım. Bak işte aynı mazoşistlik, saçma bir durum, niye böyle bir şey yapıyorsun dimi? Bunun üzerine de eğileyim biraz.
Şu anda nişanlı mısınız?
Ortak bir “cık” sesi geliyor bu noktada.
Evlenecek misiniz?
İkisi de kıkırdıyorlar…
GB: yooo…
AS: yooo dedi bak. Evlenmiyor benle!… Almıyor beni! Ya o kadar soruluyor ki bu soru bizim için çok antipatik oldu ya.
E ne bileyim ben öyle okudum?
Biz de nişanlandığımızı gazeteden öğrendik ve ben bu haberi yapan arkadaşı aradım dedim ki “bari düğüne haber ver de, nişanı kaçırdık düğüne gelebilelim” dedim, o da çok güldü. Mahçup da olmadı, güldü kendisi. Yani herşey olacağına varır ama bu kadar üstüne gitmemek lazım bu konunun.
Tüh ondan sonraki sorularım gitti!
GB: niye, nişanlılara uygun soru muydu?
AS: neydi?
Nasıl evlenme teklif etti diye soracaktım, hani Romeo Juliet’in balkonuna gidiyor filan ya… Ya da Ali sen öyle şeyler yapacak bir erkek misin?
AS: yaparım ya, çok orijinal şeyler yapmayı severim. Göreceğiz. (gülücükler)
Yaptığın en adrenalin dolu hareket neydi?
Çok ciddi trafik kazaları yaptım, herhalde onlardı, 4 takla attım. Ama bungee jumping de yaptım yani, severim ben, korkmam. Tepeden bayağı bıraktılar; en son cümlem “biz çok yanlış bir şey yapıyoruz”du sonra beni attılar aşağıya.
Arabayla 4 takla mı attın?
AS: Dört takla attım, korkmam ben hiç ya, çok kaybedecek….. Yaparım yani atlarım.
GB: Kaybedecek bir şeyim yok mu diyecektin?
AS: E-evet öyle hissettim bir ara, kaybedecek bir şeyim olmadığını hissettim de şimdi söylerken bak, varmış yaa. Bu röportaj bana bir şey keşfettirdi. Aaa artık söyleyebilirim, cümleyi tamamlayamadım bak: “kaybedecek bir şeyim yok” çok dedim ben 2000 yılından sonra ama şu anda diyemiyorum. Ama bungee jumping’ler adrenalin dolu ne varsa yaparım yani hiç korkmam.
Sizce bir ilişkiyi karanlığa sürükleyebilecek şeyler nelerdir?
AS: bir ilişkinin karanlık tarafı, kendi kendine düşünmektir, kendi kendine yorumlamaktır, olaylar hakkında kendi açından, danışmadan, sormadan kendi kendine hüküm vermektir. Konuşmamaktır. Yani aldatmak maldatmak onlar zaten biliniyor ama bu çok tehlikeli.
GB: tüketmektir. Evet, konuşmamak, konuşmadan bir şeyleri kurmak, düşünmek, çok insanın yaptığı bir şeydir. İletişim kurmamak en kötüsü.
AS: bir de bir rutine bağlandı mı, heyecanını kaybettin mi…
GB: herkese de kendi yaşam alanını bırakmak lazım, berabersin diye illa sürekli beraber olacağın anlamına gelmiyor. Herkesin kendi zevkleri, kendi hayatı da var aynı zamanda. Tabii ki herşey ortak, berabersin ama insanların birbirlerine o anlamda da anlayış göstermeleri gerekiyor.
AS: Tek başına, özgür bir insan olduğunu unutmamak lazım. İlişkiyi yaşıyorsun diye bir esaret yok. Özgürsün ve aslan gibi ayaklarının üstündesin. Sadece keyif aldığın için, beraber anlaşabildiğin için, daha güçlü hissettiğin için ve aşk olduğu için bir ilişkiyi yaşıyorsun. Bunu kaybettiğin zaman, işte o zaman karanlık yıllar, karanlık çağ başlar bence…
Romeo ve Juliet olmak hoşunuza gitti mi?
GB: gitti! Ben çok eğlendim çünkü özgür bir Juliet’ti, dans ettik.
AS: bu karanlık, bu karizmatik, ciddi, aslan gibi bir Romeo oldu ya, fotoğraflara bakınca bunu söylüyorum. Bayağı maço, sert bir Romeo oldu ve bana çok keyif verdi. Böyle olması lazım orijinalinin de! Erkek dediğin böyle biraz erkek gibi olmalı ya, kıyafetler mıyafetler çok hoştu. Tabii burda o hareketler, üzülmeler, kahrolmalar, dimdik durmalar, kıyafetler filan var ama çok ciddi hareketli bir müzikte de koptuk burda, dans ettik, hopladık. Böyle olmalı ya. Aslan gibi, heykel gibi durulur mu devamlı?
Sizin içinizde de uç noktalar, delilik var mı?
GB: olmaz mı! Güzel de bir şey, herşeyi deliliğe vurabiliyorsun, çok keyifli oluyor, hiç kimse sana bir şey söyleyemiyor. Tanınmanın o anlamda zor yanları var ama ben mesela arkadaşlarımla İstiklal Caddesi’nde gecenin bir yarısı şarkı söyleye söyleye yürümeyi seviyorum, öyle çok kısıtlamak da istemiyorum kendimi ve yapıyorum da. Delilikse delilik, ama yapıyorum, seviyorum yani.
AS: bir insan deliliği nasıl anlatır bilmiyorum ama var tabii. Deli yanı kaybetmemek lazım, bahsettiğimiz özgürlük alanını açan şey o. Biz şimdi ona delilik demeye başladık. Herkesin kendine göre delilik marjları var ve bunlardan vazgeçmemesi lazım. Çok keyifli bir şey delilik. Düz durmak kötü.
GB: ben çok çekingen bir insanım ama en sevdiğim şey sahnede olmak. Kendimi ifade edemediğimi düşünürüm, bir ortamda çok konuşamam, çok güzel cümleler kuramam, herkesin bana bakmasından çok rahatsız olurum, o ortamdan o an yok olmak isterim ama sahnede olmak ve herkesin bana hayranlıkla bakmasını istiyorum.
AS: orada başka bir karaktere bürünüp – ben hemen teşhisi koyayım, delisin sen, 46’lık! Yürü! Benim de yalnızlık fobim var ama kalabalıktan da nefret ediyorum, nereye koyacaksın beni?
Var bir arıza durumları…
AS: Ben kendine eziyet etmekten, kendini yormaktan beslenen bir insanım.
GB: Ay Ali evde kendine işkence ediyorsun filan zannedecekler!
AS: Mesela önce işin kötü yönünü düşünüp bunun üzüntüsünü yaşayıp, iyi olursa ondan mutluluk çıkaran, ters yollar izleyen enteresan biriyim ben! Önemli olan deliliği bırakmamak. Bence herkeste var, içindeki o deliliği keşfedip hatta onu ön plana çıkarmak çok önemli, o zaman çok renkli bir insan oluyorsun ya!